“Kafka’yı okurken kimden böyle utanıyorsun?
– Sen kendi gücünden utanıyorsun.”
(Elias Canetti/ Edebiyatçılar Üzerine)
Sabah uyandım, Kafka okuyorum: İçindeki bir metnin de adı
olan Akbaba’yı, kısa metinleri, hikayecikleri. Ya başlıklarından ya da
içlerinde geçen bir sözden, bir cümleden kopan çağrışımlarla hafızamın derinliklerinde uyuyan bir olaya gidiyorum, yer ve zaman birliği, bütünlüğü veya herhangi bir sıralama aramaksızın, kendiliğinden. Sözgelimi, “Vazgeç”
başlıklı kısa metin Kandıra çarşısını getirdi gözümün önüne; küçük ayaklarımla
Türkocağı Caddesini yukarıdan aşağıya, bir karınca gibi ağır ve yavaş adımlardım, çarşamba akşamüzerleri
pazar dağılırken çarşıda gezmeye bayılırdım, birbirlerine karışmış biçimde ezik
sebzelerin kokusu, mandalina, portakal kokuları -hâlâ burnumda tüter-
çocukluğumun aromalarıydı. Kafka, Vazgeç’te
şöyle bir cümle kullanmış: “Yaptığım
keşifle gelen korku yolumu şaşırttı, bu şehri henüz çok iyi tanımıyordum”. Her
gezi bir keşiftir.
“Geceleri”
başlıklı kısa yazıda “…ve sen nöbet
tutuyorsun, nöbetçilerden birisin, yanındaki çalı yığınında yanan odunu sallayarak
bir diğerini buluyorsun. Sen nöbet tutuyorsun. Deniliyor ki biri nöbet tutmalı,
biri orada olmalı” diye bir bölüm
var. Şu sesler çok eskiden beri kulaklarımda: Kurtuluş Savaşı gazisi heybetli
Hasan Çavuş, çarşıda manavlık yapan
oğullarının dükkânına giderken esnaf komşularına gür ve tok sesiyle hayırlı
işler diliyor, selam veriyor ya da Hatipler köyünde Bayram Çavuş, bir gece köye
zorla kız kaçırmaya gelenleri tuzağa düşürmek için plan yapıyor, karanlıkta
etrafa nöbetçiler salıyor, parola kuruyor. Nöbetçiler gitti, nöbet bitti, her
şey çürümeye yüz tutuyor.
“Taşra Yolundaki
Çocuklar”
8-10 yaşlarımızda, yaz tatillerinde, köyde, Kandıra
yolundaki otlaklarda hayvan güderdik. Şoseden tek tük otomobil geçerdi o
zamanlar, içindekiler ya bizi ya da hayvanlarımızı merak ederlerdi, dururlardı,
bize şeker, çikolata gibi şeyler verirlerdi yahut bozuk para… Durmayanlara el
sallardık, güle güle…
“Çakallar ve
Bedeviler” adlı öyküdeki çakal
sözcüğü, yılbaşında satmak için Kandıra köylerinden topladıkları tavukları,
horozları, kazları, hindileri günler öncesinden yola çıkarak güde güde Üsküdar
pazarına götüren köylüleri, geceledikleri
çalılıklarda mallarını çakalların saldırısından korumak için tuttukları
nöbetleri getirdi eski anlatılardan gözümün önüne ve o anlatıları süsleyen,
Üsküdar’a gidenler köylerine dönene değin
ertelenen komşu düğünlerini.
“Bir Kardeş Cinayeti”ni okurken miras paylaşımı kavgaları,
genç yaşta ölen eşinin kardeşiyle evlenenler hakkında işittiklerim sıraya
giriyorlar beynimin içinde.
“Köprü” ve “Dağlarda Gezinti” metinleriyle - ne
kadar ilgiliyse -Erikler Gölü’nde meyve ağaçlarını balta ile budarken ayağını
kesen delikanlı, hafızamın derinliklerinden sahneye çıktı. Köprüye can verip
onu insanmış gibi yazıyor ya Kafka, delikanlı da kendini ağaç sandı, ağacın
dalını da ayağı… “Biz böyle ‘la la’ diye
gidiyoruz, ruzgâr ellerimizin ve ayaklarımızın açık bıraktığı deliklerden
esiyor. Boğazlar dağlarda özgür kalıyor! Şarkı söylemiyor oluşumuz mucize.” (Dağlarda Gezinti’den)
Keklik Dağlarda Çağıldar türküsü olmadan her ilham biraz noksan kalıyor.
Keklik Dağlarda Çağıldar türküsü olmadan her ilham biraz noksan kalıyor.
Canetti’nin, kibirsizliğini övdüğü, övünmeyi bilmez dediği
Kafka, metinlerinin sonunu yazmıyor, sonuç bölümü yok Kafka’da, onun
öykülerinin sonunu okur yazıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder