19 Mayıs 2017 Cuma

KAFKA’DAN KANDIRA'YA


“Kafka’yı okurken kimden böyle utanıyorsun?
– Sen kendi gücünden utanıyorsun.”
     (Elias Canetti/ Edebiyatçılar Üzerine)
Sabah uyandım, Kafka okuyorum: İçindeki bir metnin de adı olan Akbaba’yı, kısa metinleri, hikayecikleri. Ya başlıklarından ya da içlerinde geçen bir sözden, bir cümleden kopan çağrışımlarla hafızamın derinliklerinde uyuyan bir olaya gidiyorum, yer ve zaman birliği, bütünlüğü veya herhangi bir sıralama aramaksızın, kendiliğinden. Sözgelimi, “Vazgeç” başlıklı kısa metin Kandıra çarşısını getirdi gözümün önüne; küçük ayaklarımla Türkocağı Caddesini yukarıdan aşağıya, bir karınca gibi ağır ve yavaş adımlardım, çarşamba akşamüzerleri pazar dağılırken çarşıda gezmeye bayılırdım, birbirlerine karışmış biçimde ezik sebzelerin kokusu, mandalina, portakal kokuları -hâlâ burnumda tüter- çocukluğumun aromalarıydı. Kafka, Vazgeç’te şöyle bir cümle kullanmış: “Yaptığım keşifle gelen korku yolumu şaşırttı, bu şehri henüz çok iyi tanımıyordum”. Her gezi bir keşiftir.
“Geceleri” başlıklı kısa yazıda “…ve sen nöbet tutuyorsun, nöbetçilerden birisin, yanındaki çalı yığınında yanan odunu sallayarak bir diğerini buluyorsun. Sen nöbet tutuyorsun. Deniliyor ki biri nöbet tutmalı, biri orada olmalı”  diye bir bölüm var. Şu sesler çok eskiden beri kulaklarımda: Kurtuluş Savaşı gazisi heybetli Hasan Çavuş,  çarşıda manavlık yapan oğullarının dükkânına giderken esnaf komşularına gür ve tok sesiyle hayırlı işler diliyor, selam veriyor ya da Hatipler köyünde Bayram Çavuş, bir gece köye zorla kız kaçırmaya gelenleri tuzağa düşürmek için plan yapıyor, karanlıkta etrafa nöbetçiler salıyor, parola kuruyor. Nöbetçiler gitti, nöbet bitti, her şey çürümeye yüz tutuyor.
“Taşra Yolundaki Çocuklar”
8-10 yaşlarımızda, yaz tatillerinde, köyde, Kandıra yolundaki otlaklarda hayvan güderdik. Şoseden tek tük otomobil geçerdi o zamanlar, içindekiler ya bizi ya da hayvanlarımızı merak ederlerdi, dururlardı, bize şeker, çikolata gibi şeyler verirlerdi yahut bozuk para… Durmayanlara el sallardık, güle güle…
“Çakallar ve Bedeviler” adlı öyküdeki çakal sözcüğü,  yılbaşında satmak  için Kandıra köylerinden topladıkları tavukları, horozları, kazları, hindileri günler öncesinden yola çıkarak güde güde Üsküdar pazarına götüren köylüleri,  geceledikleri çalılıklarda mallarını çakalların saldırısından korumak için tuttukları nöbetleri getirdi eski anlatılardan gözümün önüne ve o anlatıları süsleyen, Üsküdar’a gidenler köylerine dönene  değin ertelenen komşu düğünlerini.
“Bir Kardeş Cinayeti”ni okurken miras paylaşımı kavgaları, genç yaşta ölen eşinin kardeşiyle evlenenler hakkında işittiklerim sıraya giriyorlar beynimin içinde.
“Köprü” ve “Dağlarda Gezinti” metinleriyle - ne kadar ilgiliyse -Erikler Gölü’nde meyve ağaçlarını balta ile budarken ayağını kesen delikanlı, hafızamın derinliklerinden sahneye çıktı. Köprüye can verip onu insanmış gibi yazıyor ya Kafka, delikanlı da kendini ağaç sandı, ağacın dalını da ayağı… “Biz böyle ‘la la’ diye gidiyoruz, ruzgâr ellerimizin ve ayaklarımızın açık bıraktığı deliklerden esiyor. Boğazlar dağlarda özgür kalıyor! Şarkı söylemiyor oluşumuz mucize.” (Dağlarda Gezinti’den)
Keklik Dağlarda Çağıldar türküsü olmadan her ilham biraz noksan kalıyor.
Canetti’nin, kibirsizliğini övdüğü, övünmeyi bilmez dediği Kafka, metinlerinin sonunu yazmıyor, sonuç bölümü yok Kafka’da, onun öykülerinin sonunu okur yazıyor.