18 Eylül 2020 Cuma

PEMBE MAŞLAHLI HANIM’IN EVE DÖNÜŞÜ

 

             





Bu yılbaşında, 93 yaşında kaybettiğimiz, Kandıra’mızın ulu çınarlarından Dündar Uygur’un 1951 yılında Sakarya gazetesinde yayımlanmış Amerika Notları’nı okuyorum. Yazılardaki dilin edebi lezzeti ve kıvraklığının yanında bir de o genç yaşında yazarın nasıl böyle bilgili ve kültürlü olabileceği hakkında tahmin yürütüyorum. Herhalde diyorum Dündar Bey çok iyi tahsil görmüş olmalı, üniversitelerin edebiyat, felsefe veya gazetecilik  bölümlerinden birini bitirmiştir diye düşünüyorum. Sevgili oğlu Özkan Bey’e sordum, meğer Dündar Bey, Heybeliada'daki Deniz Lisesi'nden terk imiş, askeri okulun sıkı disiplinine ayak uyduramayıp babasına hayli yüklü tazminat ödetme bahasına öğrenim hayatına  nokta koymuş.  Ama nasıl olur, bu kültür, bu bilgi, bu ifade ediş yeteneği,  bugün çoğu üniversite mezununda yoktur billahi. O zamanlardaki ilk ve orta öğretimin kalitesinin yüksekliği yanında Dündar Bey'in gıpta ettiğimiz yazı zevki ve merakı biraz da ailenin kuşaktan kuşağa aktarılan çocuk yetiştirme alışkanlıklarından geliyormuş.  Babası, Kandıra’nın 11. Belediye Başkanı Ragıp Uygur, öyle yetiştirmiş, ailenin büyüklerinden edindiği okuma alışkanlığını çocuklarına aşılamış. Şimdi hâlâ konut olarak kullanılan Uygurların bahçeli ahşap tarihi evleri dışarıdan göreni bile Kandıra tarihi ve kültürü hakkında fikir sahibi yapar, hele o evin içi bir şehir müzesiymiş adeta. Evin bugünkü kullanıcısı Rüştü Uygur bu fakire açtı kapılarını, gözlerimle gördüm ve çok etkilendim, geçmiş ile anın ve geleceğin içiçeliğinden. Müzeler de kütüphaneler gibi insanlığın top yekun hafızaları değil midir ya. Tam sırası gelmişken telefonda, aile bireylerinin kültür ve bilgi düzeylerine dair  örnek bir anısını aktardı Özkan Bey. Bir gün telefonu çalıyor, arayan Kastamonu Sosyal Bilimler Lisesi Müdürü Ferdi Bey, iş yerimin telefon numarasını internetten bulmuşlar, Allah Allah ne işi olabilir ki benimle diyor haklı olarak, Özkan Bey. “Okulumuzdaki demirbaş kayıtlarına göre aileniz büyüklerinden Ragıp Uygur Bey’in Kandıra Kütüphanesine bağışladığı ve oradan da okulumuz kütüphanesine gönderildiği anlaşılan Pembe Maşlahlı Hanım kitabını okulumuzun kapatılması nedeniyle hatırasına değer vereceğinizi umarak size iade etmek istiyoruz. Adresinizi yazdırırsanız kitabı derhal gönderelim.”  “Nasıl sevinmez insan, nasıl gururlanmaz? Ebedi âlemden gelen ulvi bir sesti sanki o telefon; dedemin eliyle tuttuğu, belki kör kandil ışığında gözünün nurunu akıttığı kitap adresime yollanacak. Daha biz dünyada yokken evimizden telli duvaklı gelinliğiyle çıktığı anlatılan ve uzak şehirlerden zengin bir tüccarla evlenip  adını sanını unutturan büyük büyük halamızın uzun çok uzun yıllardan sonra baba ocağına dönüşünün örtülü hüznü gibi içimi bir tuhaf etti, bu kitap iade haberi. İki üç gün sonra da kargo teslim etti itinayla sarmalanmış paketi içinde Sermet Alus’un Pembe Maşlahlı Hanım romanını. Şimdi kitabı her elime alışımda ölmüş aile büyüklerimin  ellerini öpüyormuşum gibi bir his kaplıyor içimi.”

Tesadüfe bakın ki internette yaptığım küçük bir araştırma sonunda kitabın konusu ile bir nüshasının macerası arasındaki benzerliğe hayret ettim.  Selim İleri, “benim için dil, sözcük ustasıdır” dediği, şimdilerde iyiden iyiye unutulmuş Sermet Muhtar Alus’un Pembe Maşlahlı Hanım romanının konusunu Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar kitabında şöyle özetlemiş:  

“Gezinti yerlerinde, tiyatrolarda “Pembe Maşlahlı Hanım” diye ünlenmiş Hayriye’nin anlatımıyla kaleme getirilmiş eser, bir aşk ezginliği içinde II. Abdülhamit dönemi İstanbul’unu yaşatır.

Genç yaşta evlendirilen Hayriye kocası Şemsi tarafından sevilmez. Hemen her akşam zil zurna eve dönen Şemsi, ünlü kantocu Kamelya’ya aşıktır. Kantocu Kamelya’ya vurgun bir hafiye, kıskanıp Şemsi’yi ihbar edince genç adam Bulgarya’ya kaçar. Üvey ana elinde büyümüş, koca elinde sevilmemiş Hayriye için öç alma zamanı gelmiştir. Önce kayınbabasının evinden ayrılır, uzaktan akrabası ve geçmişi biraz karışık, hafifmeşrep Kanarya Hanım’la yaşamaya başlar. Artık gezinti eğlence yerlerinde çok gönüller yakmaktadır.  Şişman, evli Danıştay Üyesi Topaç Molla Bey, Pembe Maşlahlı’ya Sarıyer’de bir ev tutar, kendisi de bitişik eve taşınır. Ellilik Topaç Molla Bey’in gönül ve çapkınlık serüveni, annesinin rezalet çıkarması üzerine son bulur. Bitişik eve bu kez Topaç Molla’nın yaşlı babası Kazasker Dana Efendi taşınacak o da genç kadına gönül verecektir. Birtakım aile içi ve mahalle arası rezaletlere rağmen Hayriye öçlerini sürdürür. Hatta Kazasker hileli yollara başvurarak Pembe Maşlahlı’yı nikahına almıştır. Pembe Maşlahlı’nın evliliği bir müddet sürer. Meşrutiyet ilan edilince Dana Efendi’yle Topaç Molla apar topar Sinop’a sürülürler. Akıbetleri meçhuldür.

Şemsi, Ekrem Vildan adıyla, Hürriyet kahramanları arasında İstanbul’a döner. Bu, tırnak içinde  Hürriyet kahramanı, çok gönüller yakmış karısına şimdi aşık olmuştur. Roman eski karı-kocanın mutluluğuyla sona erer.”

Kütüphane kütüphane dolaşıp uzun çok uzun yıllar sonra Uygurların evine dönen kitabın serencamı ile Pembe Maşlahlı Hanım’ın başına gelenlerin handiyse tıpatıp çakışması karşısında ağzım açık kaldı.

16 Şubat 2018 Cuma

YOKSUL ÇALGICI

Benzer yaşamlar: Ha Viyanalı Jacop Ha Kandıralı Arap Nuri



YOKSUL ÇALGICI / Franz Grillparzer

Kandıra Öğretmenevi’nin küçük kitaplığında gözüme çarptı, Avusturyalı trajedi şairi Franz Grillparzer’in Yoksul Çalgıcı adlı novellası. Ne saklayayım, alakalı alakasız herkesten bir bilgi kırıntısı koparırım ümidiyle sorup soruşturduğum Şaşkın’ın, Çalgıcı İsmail Efendi’nin yaşamına benzer bir metin beklentisi içindeydim. Kitabı evde okumak için izin istedim, görevli anlayış gösterdi. 60 sayfalık öyküyü o gece okudum.
Özyaşamöyküsel izler taşıdığı anlaşılan ve birinci tekil kişi kipiyle anlatılan öykü o zamanlar -18. ve 19 yüzyıllar- Viyana’da her temmuzda yapılan halk bayramı tasviriyle başlıyor. Bu “halk bayramı” da çocukluğumdaki Kandıra Panayırlarını getirdi gözlerimin önüne. Şenlik alanından şehir merkezine giden yol üzerinde sokak çalgıcıları dizilmişler, konserler veriyorlar. Çoğu sokak çalgıcısı ezbere- doğaçlama çaldıkları parçalar karşılığında bir sürü para topladıkları halde, şairin dikkatini yoksulluğu giysilerinden ve elindeki eski çatlak kemandan belli olan yaşlı çalgıcı çekiyor, yoksul çalgıcı doğaçlama değil önüne koyduğu rahledeki notadan çalıyor ama ters koyduğu şapkası bomboş. Kemanını  kutusuna yorgun argın koyarken bir de Latince sözler çıkıyor ağzından. Şair diyor ki bu adam hem nota biliyor hem Latince, demek ki okumuş biri. Onun yaşam öyküsünü kendisinden öğrenmek için yanına gidiyor, para vermek istiyor. Yoksul çalgıcı “Lütfen şapkaya, şapkaya” diyor. Anlatıcı şair (Grillparzer) , kıyıda köşede kalmış ünsüz gariplerin yaşamlarına meraklı, “sanki Plutarkhos’un(*) bir kitabının çerçevesinden taşmış, kocaman bir yapıtından okuyor gibi o ünsüz insanların yaşamlarını okuyordum. Eğer insan, köşede bucakta kalanların içini okuyamazsa ünlüleri hiç anlayamaz."(s.22) Şair, Yoksul Çalgıcı’yı yoksullar mahallesindeki kulübe evinde ziyaret ediyor, yaşamını anlatmasını istiyor.
“Bugün dünden farksız, yarın da bugün gibi olacak” diyerek öyküsünün önemsiz olduğunu dile getiriyor çalgıcı. Çocukluğunda başlamış keman merakı ama saray danışmanı olan babası, diğer iki çocuğu gibi Jacop’un da bürokrat olmasını istiyormuş. Memurluğa giriş sınavını öğretmeninin yardımına rağmen kazanamayınca babasının gözünden düşmüş... Artık, adam olmayacağı belli olmuş. Evde kendi kendine keman çalmaya devam… Bir şarkıya takılıyor, komşu bakkalın kızının kurabiye satarken söylediği şarkıya… Sözleri önemli değil, ezgisi esir alıyor garibi. “Nasıl Tanrı’nın çocukları yeryüzü kızlarıyla birleşiyorlarsa  tıpkı öyle ruhların soluk alışverişi olan müziği bir yığın söz ekleyerek bozuyorlar.” (s.44)
Babası ölüyor, yüklüce bir miras kalıyor Jakop’a, bakkal onu kızıyla evlendirmek, elindeki parayla da  işine ortak etmek istiyor ama Jakop’un o taraklarda bezi yok. Ne aşka cesareti var ne bir işten anlıyor, babasından kalan parayı dolandırıcılara,  bakkalın kızı Barbara’yı da bir kasaba kaptırıyor. Kız öyle vefalı aşık ki yoksul çalgıcıyı unutmamak için ilk çocuğunun adını Jakop koyuyor. Aradan yıllar geçiyor, yoksul çalgıcının yaşadığı mahallede sel baskını oluyor. İki çocuğu azgın suların elinden almak isterken yaşlı çalgıcı ciğerlerini üşütüp hasta oluyor ve kısa sürede ölüyor. Şair, unuttuğu bu halk sanatkarını sel haberiyle hatırlıyor, doğruca Yakop'un evine gidiyor ama ev bomboş... Ve kemanını hatıra olarak almak istiyor.Nerededir acaba? Ah o ilk sevgili, vefalı aşık, bırakır mı kırık kemanı ellere? Yüksek bir meblağ teklif etse de o çatlak kemanı, yoksul çalgıcının cenaze masraflarını karşılayan kasabın karısı Barbara, oğlu Jacop için saklayacağını söylüyor, şaire vermiyor.
Erken dönem modern Alman edebiyatında Goethe ve Schiller’in gölgesinde kalan oyun yazarı Grillparzer'ın biricik öyküsünde duygulu ve etkili,bir o kadar da gerçekçi anlatımı var, kahramanlarını kalın çizgilerle çiziyor, akılda kalmalarını sağlıyor.
Ben de kitabı okumayı bitirdikten sonra Yoksul Çalgıcı’da, Çalgıcı İsmail Efendi yerine, onunla aynı dönemde Kandıra’da yaşamış ve çalgıcılıkta klarnet üstadları Mustafa Kandıralı ile Şaşkın kardeşlerin gölgesinde kalmış, bahtsız cümbüş ve ud çalgıcısı Arap Nuri’yi buldum. Çarşı Mahallesinden Hasan Bey’in oğlu, Tozlu Bey’in kardeşi Nuri’nin -Arap lakabı mutlaka derisinin fazla esmerliğinden geliyor olmalı- öğretim yılları da aynen Jacop’unki gibi başarısızlıklarla dolu. Vefalı insan, Erol Köse İzmit Belediye Başkanı olunca sınıf arkadaşı Arap Nuri’yi unutmuyor, ona haber gönderiyor; işe başvuru dilekçesini ve evrakını getirsin, belediye bandosunda işe başlasın. “Benden 5 yaş büyüklerin de 5 yaş küçüklerin de sınıf arkadaşı olmuştur Arap Nuri, her sınıfı çift dikiş geçerdi, öyle yoksul ki bir lokma ekmeğe muhtaç, üstünde başında yok,  çalgıcılıktan başka elinden bir iş gelmez, hiç olmazsa ileride emekli maaşı olsun diye belediyeye almak istiyordum” diye anlattı Erol Köse. Ama bir türlü evrakı getirip işe başlamıyor Arap Nuri. Bir Kandıra ziyaretinde Belediye Başkanı, çocukluk arkadaşının köhne kulübesine gidiyor. “Oğlum Nuri, sen niye bandoda işe başlamıyorsun?” diye çıkışıyor. Arap Nuri, mahcup, “Gel Erol, içeri gel hele”diyor, "Yağmur yağmadan kar yağar! Gel hele." Ayakta zor duran kulübenin karanlık duvarlarını gazetelerden kestiği Erol Köse'nin seçim haberleri ve fotoğraflarıyla süslemiş. “Ben seni çok seviyorum Erolcuğum, başarılarınla da övünüyorum, başkanlığın göğsümü kabartıyor ama biliyorsun ben sabah akşam içerim, işe sarhoş gelirim, sana laf getiririm beni bu işten affet, ne olur,” diyor. Başkan’ın dili tutuluyor, sözleri boğazında düğümleniyor, “şu yoksul adamdaki soyluluğa bak azizim," diyor, "işe girmek için herkesin birbirini neredeyse boğazladığı bir devirde sırf sınıf arkadaşı mahcup olur diye sadece yiyeceği ekmeği değil geleceğinin garantisi emekliliği de elinin tersiyle itiyor. Şapka çıkardım Arap Nuri’ye”
Bir de aşk kırılganlığı var Arap Nuri’nin anlatısı sürüp giden. Çarşıbaşı’nda bir dernekte sekreterlik yapan bir kıza sevdalanmış, her sabah kızın işe gelişini bekliyor karşı sokağın köşesinde, kızın bundan haberi yok ama kazara o köşeye doğru bir dönecek olsa güzel yüzünü, Arap Nuri kendisine baktığına yoruyor, sevinçten deliye dönüyor, zıplıyor, dünyalar onun oluyor. Dengesiz ve imkânsız bir aşk, platonik. Olacak gibi değil vermezler o kızı. Çaresiz başını önüne eğmiş, kadersizliğine isyan etmiş, aşkla avunamayınca kendini içkiye vermiş, karasevdadan melankolik olmuş Arap Nuri, “kader seni kime şikayet edeyim bilemem” şarkısını dilinden düşürmez olmuş. Öyle derler ki sabahları dahi şarap tasına ekmek doğrayıp yediğini görenler olmuş. Bir de o ünlü "yağmur yağmadan kar yağar" sözünü diline pelesenk etmiş. "Vallahi her karşılaştığımızda söylerdi" diyor Rüştü Uygur, "ne demek isterdiyse?".

Şairin de (Franz Grillparzer’in) yaşamında böyle kadersiz bir aşk hikayesi var. Ömrünün son yirmi iki yılını geçirdiği kadınla ne evleniyor ne sevgili oluyor, aynen Arap Nuri gibi ‘kendini öldürmeye kadar sürükleyen derin umutsuzluk içinde kıvranıp durmuş, Yoksul Çalgıcı da aslında yazarının hikayesiymiş  nasıl ki Genç Werter’in Acıları, Goethe’nin acılarıysa.

Tıpatıp benzer bir sahne: Arap Nuri bir Cuma günü – Cuma Ağva’nın pazarıdır, kalabalık olur- Ağva'ya gidiyor, sokak çalgıcılığına. İskeleden Fener’e giden yol üzerinde bir taşa oturuyor, şapkasını önüne ters koyup cümbüşünü tıngırdatıyor, tabii ki “kader seni kime şikayet edeyim bilemem”i çalıyor. Sanata da aşka da duyarsız kalabalıktan sadece bir kişi, fötr şapkalı ve siyah pardösülü,  bir beyefendi epeyi büyük bir para, bir kağıt para atıyor şapkaya, sonra işaret parmağını sert bir şekilde cümbüşe doğru sallıyor aynı adam ve Nuri’nin kulağına eğilip “bu şarkıyı buralarda bir daha çalma! Tamam mı?” diyor. Parayı alıyor Arap Nuri, utanmıyor, neden utansın ki zaten para toplamak için çalıyor ama adamın buyurgan sözlerinden ürküyor, belli etmemeye çalışsa da adama bir şey dese cilaları parlayan yumurta topuklu ayakkabısının sivri ucunun hayalarında patlayacağından korkup yüzünü ekşitiyor, sesini çıkarmadan cümbüşünü kutusuna koyup şapkasını başına geçiriyor, ilk otobüsle Kandıra’ya dönüyor. Müzisyen Nurettin’in kahvesine geliyor, olayı olduğu gibi anlatıyor. “Neden böyle söyledi o fötr şapkalı adam bana Nurettin Abi?” diyor, “neden benim şarkımı çalmamı istemedi benden?” “Ne bileyim Arap” diyor Nurettin, “belki bestekarıdır  şarkının ve sen çok kötü çalmışsındır, oğlum!” “Belki” diyor Arap Nuri, boynunu büküyor. Ya da adam küllenmiş aşkının o şarkıyla bir daha kıvılcımlanmasını istemiyor belki.

Yoksul Çalgıcı – Franz Grillparzer
Çevirenler: Basir Feyzioğlu, Şahap Sıtkı İlter
Cumhuriyet Dünya Klasikleri, Haziran 2000

*Plutarkhos: ( M.S 46 - 120?) Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı. Ayrıca orta dönem Platonculardandır. Ciltlerce eser yazmış olduğu belirtilmektedir. Lampria Katalogu adlı bir antik katalog listesinde 227 eseri olduğu bildirilmiştir. Elimize geçen eserleri Paralel Yaşamlar ve Moralia adlı iki toplanmış eserdir.
Kaynak : http://www.felsefe.gen.tr/mestrius_plutarchus_kimdir.asp



19 Mayıs 2017 Cuma

KAFKA’DAN KANDIRA'YA


“Kafka’yı okurken kimden böyle utanıyorsun?
– Sen kendi gücünden utanıyorsun.”
     (Elias Canetti/ Edebiyatçılar Üzerine)
Sabah uyandım, Kafka okuyorum: İçindeki bir metnin de adı olan Akbaba’yı, kısa metinleri, hikayecikleri. Ya başlıklarından ya da içlerinde geçen bir sözden, bir cümleden kopan çağrışımlarla hafızamın derinliklerinde uyuyan bir olaya gidiyorum, yer ve zaman birliği, bütünlüğü veya herhangi bir sıralama aramaksızın, kendiliğinden. Sözgelimi, “Vazgeç” başlıklı kısa metin Kandıra çarşısını getirdi gözümün önüne; küçük ayaklarımla Türkocağı Caddesini yukarıdan aşağıya, bir karınca gibi ağır ve yavaş adımlardım, çarşamba akşamüzerleri pazar dağılırken çarşıda gezmeye bayılırdım, birbirlerine karışmış biçimde ezik sebzelerin kokusu, mandalina, portakal kokuları -hâlâ burnumda tüter- çocukluğumun aromalarıydı. Kafka, Vazgeç’te şöyle bir cümle kullanmış: “Yaptığım keşifle gelen korku yolumu şaşırttı, bu şehri henüz çok iyi tanımıyordum”. Her gezi bir keşiftir.
“Geceleri” başlıklı kısa yazıda “…ve sen nöbet tutuyorsun, nöbetçilerden birisin, yanındaki çalı yığınında yanan odunu sallayarak bir diğerini buluyorsun. Sen nöbet tutuyorsun. Deniliyor ki biri nöbet tutmalı, biri orada olmalı”  diye bir bölüm var. Şu sesler çok eskiden beri kulaklarımda: Kurtuluş Savaşı gazisi heybetli Hasan Çavuş,  çarşıda manavlık yapan oğullarının dükkânına giderken esnaf komşularına gür ve tok sesiyle hayırlı işler diliyor, selam veriyor ya da Hatipler köyünde Bayram Çavuş, bir gece köye zorla kız kaçırmaya gelenleri tuzağa düşürmek için plan yapıyor, karanlıkta etrafa nöbetçiler salıyor, parola kuruyor. Nöbetçiler gitti, nöbet bitti, her şey çürümeye yüz tutuyor.
“Taşra Yolundaki Çocuklar”
8-10 yaşlarımızda, yaz tatillerinde, köyde, Kandıra yolundaki otlaklarda hayvan güderdik. Şoseden tek tük otomobil geçerdi o zamanlar, içindekiler ya bizi ya da hayvanlarımızı merak ederlerdi, dururlardı, bize şeker, çikolata gibi şeyler verirlerdi yahut bozuk para… Durmayanlara el sallardık, güle güle…
“Çakallar ve Bedeviler” adlı öyküdeki çakal sözcüğü,  yılbaşında satmak  için Kandıra köylerinden topladıkları tavukları, horozları, kazları, hindileri günler öncesinden yola çıkarak güde güde Üsküdar pazarına götüren köylüleri,  geceledikleri çalılıklarda mallarını çakalların saldırısından korumak için tuttukları nöbetleri getirdi eski anlatılardan gözümün önüne ve o anlatıları süsleyen, Üsküdar’a gidenler köylerine dönene  değin ertelenen komşu düğünlerini.
“Bir Kardeş Cinayeti”ni okurken miras paylaşımı kavgaları, genç yaşta ölen eşinin kardeşiyle evlenenler hakkında işittiklerim sıraya giriyorlar beynimin içinde.
“Köprü” ve “Dağlarda Gezinti” metinleriyle - ne kadar ilgiliyse -Erikler Gölü’nde meyve ağaçlarını balta ile budarken ayağını kesen delikanlı, hafızamın derinliklerinden sahneye çıktı. Köprüye can verip onu insanmış gibi yazıyor ya Kafka, delikanlı da kendini ağaç sandı, ağacın dalını da ayağı… “Biz böyle ‘la la’ diye gidiyoruz, ruzgâr ellerimizin ve ayaklarımızın açık bıraktığı deliklerden esiyor. Boğazlar dağlarda özgür kalıyor! Şarkı söylemiyor oluşumuz mucize.” (Dağlarda Gezinti’den)
Keklik Dağlarda Çağıldar türküsü olmadan her ilham biraz noksan kalıyor.
Canetti’nin, kibirsizliğini övdüğü, övünmeyi bilmez dediği Kafka, metinlerinin sonunu yazmıyor, sonuç bölümü yok Kafka’da, onun öykülerinin sonunu okur yazıyor.

21 Aralık 2016 Çarşamba

DEFİNE



DEFİNE

Gizli veya açık herkes define avcısıdır.
Namazgâh
Şefik Camii önünde buluştuk. Akşam gezmelerimizin rotasını Rüştü Abi çiziyor. Yalnız başına da olsa arkadaşlarıyla da olsa hemen her akşam yemeğinden sonra aşağı yukarı saat sekiz sırası başlar yürüyüşü, günü sporla kapatır, sağlıklı yaşam için şart. Yeni Postanenin önünden Tekke Meydanı'na ağır aksak adımlarla, oradan Orhan Camii’ne doğru hafif yokuş aşağı kendiliğinden tempo artırarak ısınıyoruz, yol tenha, çıkarsa bir iki tanıdık selamlaşıyoruz, çarşıya yakın köşelerden tesiri azalan gürültüler geliyor, seslerin anlamı yok, belki anlamak istemiyoruz.  Ağva yolu üzerindeki köprünün solundan, yayalar için yapılan tahta geçitten derenin karşı kıyısına geçip Namazgâh’a salınıyoruz. İlk top oynadığımız, bisiklete binmeyi düşe kalka öğrendiğimiz, taa, Sultan Orhan zamanından kalma koca çayır ufaldıkça ufalmış, Kandıra’nın cebine girmiş sanki, derenin şehir tarafında gram çayır kalmamış, Un Değirmeni’nden İzmit yönüne doğru uzanan top sahası ve panayır yerinde şimdi, otogar, sanayi ve pazaryeri binaları oturtulmuş,  eskiden mesire yapılan karşı kıyıda, ihtiyar gövdelerinde fetih günlerinin mağrurluğunu taşıdığını unutan ulu çınarların gölgesine saklanmış gibi garip, mahzun Namazgâh. Öyle rivayet edilir ki Kandıra’yı 1326 yılında fetheden Akçakoca ve askerleri, ilk namazlarını bu ulu çınarların çevrelediği çayırda kılmışlar.
Karşıdan eşofmanlı bir çift geliyor, tempolu yürüyorlar,  belli ki onlar aynı güzergâhı tersten kullanıyorlar. Yan yana gelince erkeğin genç, uzun boylu, güleç yüzlü, kadının ise basbayağı esmer tenli, uyumlu, hallerinden memnun oldukları anlaşılıyor,  Rüstü Abi, onları, başkanı olduğu Kandıra Musiki Derneği’nin yarın akşam başlayacak Türk Sanat Müziği Korosu çalışmalarına davet ediyor, “Kefken yolunda, köşede, eski postane binasında, üçüncü kat, şimdi Belediye Kültür Müdürlüğü var, Şoförler Derneğinin üstü, unutma, saat altı buçuk sekiz buçuk arası, mutlaka bekliyorum.” Çift, müzik çalışmalarının nihayet başlamasından duydukları küçük sevinci gülümseme ile gösteriyorlar, karşılıklı  “ iyi akşamlar” “ iyi akşamlar”. Onlardan, sesimizi duyamayacakları kadar uzaklaşınca çiftin karı koca doktorlar olduklarını, erkeğin çocuk doktoru, önce devlet hastanesinde belki de mecburi hizmette çalıştığını, Kandıra’yı ve Kandıralıları çok sevdiğini, tayini çıkınca, istifa edip özel muayenehane açtığını, kadının ise sonradan kasabamıza geldiğini, aslen Afrikalı, galiba jinekolog olduğunu söyledi Rüştü abi, Kandıralılar da onları seviyor, ikisi de koroda yer alacaklar, ne güzel.

Define Taşı
Islah çalışmalarında derenin batı kıyısına Namazgâh çayırı boyunca yürüyüş parkuru yapılmış, alçak bir kaldırım ama güvenli. “Tam, un değirmeninin hizasında, “ Sizin şu değirmenin önünde yolun ortasında kocaman bir taş vardı abi, ne oldu o taşa?  Benim çok gizli bir bilgiyi ulu orta söylememden şaşkınlık geçiren bir yüz ifadesiyle ve ilk hecelerin üstüne basarak “Define taşı, sen nereden biliyorsun onu?” “Eskiden 19 Mayıs Bayramı törenlerinin de yapıldığı çayıra, top sahasına gidip gelirken görürdük, üzerinde kuş resimleri falan kazılıydı, şimdi yok.” “Kuş değil yılan resimli taş. Caddeler açılırken, asfalt atılırken kaldırdılar, biz de değirmenin içine taşıdık. Onun hikâyesi derin ve uzun, anlatırım.” Bazı konularda çok sabırsızım, hemen anlatsa. “ Babam çok söylerdi, ona da babası söylermiş, çocukluğumdan beri kulağımdadır o define hikâyeleri… Küp varmış, derlermiş, altında mı, yanında mı, üç metre dere tarafında mı, yok beş metre çayır tarafında! Çok kazıldı oralar, kazılmayan yer kalmadı. Çıktı mı? Nerede? Ben görmedim, duymadım çıktığını, hâlâ ararlar, meraklılar. Şimdi değirmenin yıkılmasını bekliyor herkes, duvarlarının altındaymış sarı liralar güya.” Değirmen binası o kadar eski mi? “1948’de yanmış, şimdiki bina, yanan bina tamamen yıkılmadan, temele dokunulmadan yeniden yapılmış, yığma bina.  Ben de bekliyorum çıkacak mı bakalım altından altın.”  


Deredeki Kuyular
Karşı kıyıda, Otogar tarafında, kameriyelerin,  çardakların birinde, kızlı erkekli küçük bir grup, sigara paketleri, bira şişeleri, çekirdek, patates cips poşetleri… Kafalarına göre takılıyorlar, telefonlarından mı teypten mi rahatsız edici bir arabesk, aralarında küfürlü konuşmalar... Ne kadar mümkünse o kadar uzaklarından dolaşmak konusunda sessizce anlaşıyoruz. Sanayinin karşısındaki küçük beton köprüden geçip Otogar içinden yeni pazar yerine doğru rotamız. Küçük köprünün sol ayağı yanından itibaren istinat duvarı üç dört metre yıkılmış, yolun ortasına kadar kazılmış, geniş bir kuyu gibi cep açılmış, dere suyu çamur gibi. Sanayi atıkları için künk mü döşenecek acaba? Derenin içinde de define aranmış bir keresinde ilk kez duydum bu akşam. “Orhan Mahallesi’nde oturan yaşlı bir kadının rüyasına, sarıklı beyaz sakallı bir ermiş giresiymiş, kadın rüyasını kime anlattıysa bu ermiş kesin Hızır Aleyhisselamdır denmiş. İşte o ermiş, kadına rüyasında Namazgah deresindeki kuyular'da çok altın var diyesiymiş. A, evet, o derede tam da çayırın karşısından Ağva köprüsüne kadar olan yerinde beş tane kuyu olduğu eskiden beri söylenir zaten. Enli Kuyular denir. Hatta, bilenler “Kuyuların yakınında yüzmeyin, yutar” derler. Ama hangisindeymiş altınlar acaba? Kenarlardaki kuyularda değilmiş, ortadakilerden birindeymiş. Karşısında ulu çınar olan Enli Kuyu'daymış… Berrak, tertemiz, yeşilli beyazlı bir rüyaymış. Bu kadar net mi görmüş? Vallahi ben anlatanların yalancısıyım kardeş, rüyayı gören kadın, dul ama aptesli namazlı biriymiş, rüyaları mutlaka çıkarmış. Vallaha mı, vallaha. Çarşı esnafı seferber oldu, hükümete dilekçe verildi kazı için, ücreti mukabilinde belediye iş makinesi gönderdi, bir fon oluşturuldu, Namazgâh Deresi Define Araştırma Fonu, listeler yapıldı, kayıtlar tutuldu. O kadar insan inandı ki define efsanesine, herkes fona para yatırdı, iş büyüdü, falan tarihten sonra katılmak isteyenler artık alınmadı, kayıtlar kapandı, kaçıranlar üzüldü,  iştirakten geç haberi olan berber Nurettin, parasını fona almadığı için Sabahattin abiye küstü. Derin araştırmalar yapıldı, sağa soruldu, sola soruldu, iş mümkün olduğunca gizli tutuldu, çok ciddi çalışıldı. Tarihçi Prof. Dr.Atilla Çetin Hoca’nın dahi görüşü alındı. Altınlar, Bizans dönemi gömüleri olabilirmiş. Keşif yapıldı. Bir terslik çıktı, ortadaki kuyuların üçünün de karşısında birer çınar ağacı vardı. Başka bir işaret arandı. Yok. Rüyayı gören kadınla konuşuldu, kadın konunun çok dallanıp budaklandığını, Hızır Aleyhisselam hazretlerinin belki de bundan dolayı kendisine bir daha uğramadığını, belli ki kasaba halkına küstüğünü, başka da konuşmak istemediğini, söylemiş.  Bu kadar yol aldıktan sonra başlanmış işten dönmek olmaz, dediler. Definenin, ortadaki üç kuyuyu da kapsayan geniş alanda aranması kararlaştırıldı. Kazı gündüz başladı, hummalı gözler deredeki kuyuları eşeleyen kepçeden bir an bile ayrılmıyor, heyecan dorukta,  akşama kadar çalıştı iş makinesi, sonuç yok, karanlık bastırdı ama kimse kazı alanından ayrılmadı, karnı acıkanlardan bazıları evlerine birini gönderdiler, ekmek arası bir şeyler getirtip kazı başında yediler. Bazıları da Simitçi Nevzat’a yirmi beş kuruş bayılıp kahkahalı simitlerinden yediler. Kadınlar Çarşısı'nda manifaturacı Naim Bey'in küçük ama uyanık oğlu Vural, güzdüzleri Çayır'da abisiyle bisiklet kiralatan Vural, kalabalık içinde Zeki Müren gibi yürüyen Nevzat'ın eteğinden bir dakika bile ayrılmadı, soğuk kalsın diye su kovasına daldırdığı Kandıra Gazozu şişelerini peşi sıra patlattı "simidine gazoz abi simidine gazoz" diyerekten. Bu çocukta iş var, görürsün ileride mühendis olacak, dediler. Gazete kâğıdından yaptığı küçük külahlarda bir çay bardağı ay çiçeği veya kabak çekirdeğini on kuruştan satan Küçük Mehmet Efendi’nin çırağı Cücük Mehmet de iyi para kazandı o akşam, önlüğünün cepleri şıngır mıngır, Allah bereket versin. Kâh ay ışığında kâh el fenerlerinin aydınlatmasıyla çalışan iş makinesinin yanından gece yarılarına kadar kimse ayrılmadı. Kepçeyi her daldırışta yeşeren umutlar her çıkarışta söndü. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı sersefil oldu sabahlara kadar. Çıkmadı, Enli Kuyular'dan çamurdan başka bir şey çıkmadı, kumpanya boynu bükük dağıldı.”

Pulluğun Parçaladığı Küp
Gerçekten var mı, define saklı mı buralarda? “Var abi var bu topraklarda, olmasa söylenir mi? Ateş olmayan yerden duman çıkar mı? On beş yirmi yıl önceydi, gazeteler de yazdı. Cicili köyünde bir Manav, karısıyla çift sürerken küp pulluğuna takılıyor, üzerinden birkaç defa geçiyor adam farkında değil küpü parçaladığının, sarı liralar saçılıyor.  Kadın uyanıyor. “Işıl ışıl ışıldıyor bu taşlar, adam” diyor, “altın galiba.” Adam ne dese beğenirsin. “Git, muhtara haber ver, o, münasibini bilir”, saf herif.” Saflık mı sadakat mı? Hangisiyse, köylü milletin efendisi. Fakirin yegane gayesi, toprağa attığı her buğday danesinin Yukarıdaki'nin de müsaadesiyle şöyle sarı dolgun bir başağa dönüşmesi, ötesine karışmaz, define, küp, altın maltın ona göre üşengeç kerrakesi... “Hurra, duyan tarlaya koşuyor, ceplerine, torbalarına altınları dolduran doldurana. Tarlanın sahibi karı koca şaşkın bakakalıyorlar, kendileri belki de bir tane bile alamıyorlar. Köyden alamayanlar, alanları jandarmaya şikâyet ediyor. Herkes herkesin kaç altın aldığını kahvede birbirine söylüyor. Jandarma hangi köylüde kaç altın var diye ifadelerden liste yapıyor. Listedekiler tek tek jandarmaya, karakola çağrılıyor, adlarının karşılarındaki altın sayısı teslim edilene kadar sopadan geçiriliyorlar. Artık, altınların ne kadarı hazineye intikal etti, ne kadarı indiragandi yapıldı bilinmiyor.”
Hatıralarını Hazine Yapan Adam
Gözlerimin önünde, çocukluğumdaki yolun ortasında yer alan o, kuş yahut yılan resimli kocaman taş. Değirmeni, Kurtuluş Savaşı yıllarında Rum bir aileden almış Rüştü abinin büyük dedesi, ondan evveli zaten kasabanın ileri gelenlerinden, büyük büyük dedesi ilk belediye başkanı Hacı Mustafa Efendi. “Değirmeni satan Rum, buraları terk ederken, paraları yanında götürmek istemiyor. Her taraf eşkıya, çete dolu o zamanlar. Paranın gittiğine yanmaz insan canından da olur. Çoluğu çocuğu, kapı kacağı toplamış adam, buradan, öküz arabasıyla Seyrek’e, -bak o zaman da liman varmış Seyrek’te, hatta gümrük memurluğu da vardı bir zaman, Kamuran ve Gönül Akkor’un babası Seyrek’te gümrük şefi- Seyrek’ten de balıkçı teknesiyle ver elini İstanbul. En güvenli kaçış yolu o, o zamanlar. İşte, güya o Rum aile gitmeden, sarı liraları saklamış bir yere derler, çocukluğumdan hatta babamın çocukluğundan beri anlatılır durur bu hikâye.” Laf lafı açar, düşünce düşünceyi kovalar. Seyrek, liman, gümrük sözcükleri,  birini gözünün önüne getirdi Rüştü abinin. Bize esas defineyi anlatacak adam Seyrekli azizim. Hemen telefonunun rehberine baktı, tamam, tuşlara dokundu, Seyrekli karşısında. “Anlatalım tabi Rüştücüğüm, tarihimiz hazinedir bizim, kültürümüz, örfümüz, adetlerimiz hepsi birer define. Bak, Dünya Güzeli İbrahim gitti, ne lezzetli anlatırdı,  anlatamaz artık, Ünal da gitti, ne goller atardı futbolcuyken Aşçı Nihat'ın oğlu Ünal Sarıçay, ikisine de Allah rahmet eylesin, bugün var yarın yoğuz, gidenlerle tarih de gidiyor Rüştü,  hazine de, define de… Anlatacak kimimiz kaldı?” Samimi, sıcak, heyecanlı, hevesli bir ses. Sözleştik, ilk pazar, Kandıra’da buluşacağız. Telefonla konuşurken yeni pazar yerini geçmişiz, Askerlik Şubesi’nin önünden eski İzmit yoluna çıktık, Kenan Evin’in Petrol Ofisi’nde ihtiyaç molası, mutad. Oradan eski mezarlığa bayağı dik yokuş, spor dediğin böyle yapılırmış, hep düzde yürünmezmiş. Kandıra Anadolu Lisesi ile Akçakoca Lisesi arasındaki yol da epeyi bayır. Eski Devlet hastanesinin arkasından Kefken yoluna kadar neyse ki düz ve Çarşıbaşı’nda Sabahattin abinin bakkal dükkanı finiş noktası, maksat spor olsun.



Pazarı iple çektim, söz Seyrekli’de. 
Saati kurmazdı Fıcık İsmail, bozulmasın diye. Pandülünü sökerdi saatin. Pandül? Zembereğini yani. Fakirlikten mi? Yoo, ilk Ferguson traktörü alan oydu. Çarşambaları Kandıra’ya onun traktörü ile giderdik. Seyrekten yürüyerek gelirdik Kışla’ya tın tın tın, sapakta buluşurduk,  Kışla’dan Kandıra’ya gür gür gür. Akşam dörtte dönerdik. Traktörü kaçırdın mı yandın.  Dönemezdin ki köye. Ya taksi tutacaksın, taksi nerede? Taksi de yok. Ruhi. Cip. Yılların Ruhi abisi, Rang Rover cipi vardı, taksi gibi kullanırlardı önemli işlerde, hâkim, savcı onu tutup giderlerdi köylere. Kışla köyünden Kandıra’ya, hem de ileri gelen bir iş adamına bir kız gelin gitti. Ne ile gitti, gelin arabası? Dediler ki Necati Ağa’nın kızı ciple gelin gitti, peh peh peh. Herkes öküz arabasıyla gelin giderken Tarakçıkışlalı Saadet, ciple gelin gitti, ortalık karıştı, dünya koptu, 61-62’ler, sanki uzay mekiği… 
Öküz arabası süslenir, üstü kilimle örtülür,  gelin arabası hazırlanır. Önde, sini üzerinde tavuk, turşu, peynir, rakı… O gelin arabası akşam olmadan önce eve giremezdi. Gelin  almasından bir akşam önce yapılan kızevli eğlencesinde başlardı tavuk katliamı, kümeslerde, avlularda, samanlıklarda tavuk kalmazdı. Kız tarafı gelir oğlan evine ille de tavuk ister. Gelin alması günü gelin arabası gidiyor önde, dürü yapıyoruz, öküze “de haydi oğlum” tıngır mıngır gider gelin alayı, arkada yumruklu kavgalar, neler...
Hacınazifler'in eski dükkanının alt yanındaki pastanenin ikinci katında bizden başka kimse yok. Koyu sarı, küf sarısı boyalı salonun duvarlarına eklenmiş apliklerden sızan ölgün ışıkların gölgeli loşluğuyla uyumlu, mat renkli düz kumaşla kaplı koltuklar ve koyu ceviz boyalı masalar... televizyonu da kapattırdık garsona üç çay söyledik biri açık. Çaylar geldi, sustuk. Sonra, çay kaşığının çay bardağıyla temasından oluşan fon müziği eşliğinde şiirle başladı muhabbet:
İçeceksen beyaz peynirin, kavunun olsun.
Seyredeceksen önünde köpük köpük denizin olsun.
Öleceksen gününü seç yerler çamursuz olsun.
“Anladınız mı?”
“Abi bir daha söyle.”
Seyrekli usanmıyor, ses tonunu ve ezgiyi değiştirmeden bir daha okuyor. 



Araba gidiyor, öküz arabası, koca öküzler, Safalılı Hasan çalıyor klarneti ya da Şaşkın. Mum dağıtılırdı davetiye yerine, kibrit dağıtılır, ekmek yapılır, topuz gibi ufak, yumruk kadar ekmek, davetiye bunlar. Kimin düğünü var, düğün sahibi kim? Ulak gider, ekmeği, kibriti, mumu önem sırasına göre dağıtırdı evlere. Küçük düğün bu gün, büyük düğün günü şu gün, söylenir.
Düğün öncesi dürü yapacağız: Çala oynaya köyün altına geldik. En büyük kâğıt para, beş lira. Hemen bir çalı keseriz, paraları takarız,  ateş yanar çalının etrafında. Düğün sahipleri karşılamadılar mı daha? Tüfeğe basarsın kurşunu, duyarlar gelirler, lüks ışığında, dumba da dumba, klarnet çalar oynak bir hava, “kadifeden kesesi kahveden gelir sesi”. Misafirleri düğün evine götürecekler, dürüde kim çalıya çok para takmış onu köyün en ileri geleninin, en zengininin evine götürürler, iyi hizmet verilsin diye, diğerleri de dürüdeki paylarına göre uygun evlere konuk edilir. Az dürü var, davul zurna az çalar, dumba da dum dumba da dum… O akşam işte, kızevliler gelirler, ateşler yanar, gençler rakı isterler mutlaka, oğlan tarafından rakı gelmeyecek, mümkün değil, samanlık yanar, gider o gece samanlık, gider, tavuklar, kümesler o gece biter, yarı çiğ yarı pişmiş yerler. Vallahi, aynen.
Ertesi günü gelin alması, öküz arabasına kilim örtülür, bayrak dikilir. Oğlan tarafından orta yaşlı bir adam bayrak direğini taşırdı. O direğin tepesine de bir baş soğan sokulur. Oraya o soğanı niye koyarlar? Hep düşünürüm. Bilmez misin? Valla benim duyduğuma göre, o soğanı oraya şunun için koyarlarmış: Gelinin acıları cümle âlem tarafından görülsün ve oradan artık uçsun gitsin diye. Acılar paylaşıldıkça azalır. Bayrak direğinin ucunda soğan, soğan ağlatır, ağlanır yani. Doğrudur. Bir de bacalar kırılır. Baca sağlamsa anlamı, kız vardır o evde. Baca kırıksa kız gitmiş, gelin gitmiştir. Toprak testi gibi çömlekten olur bacalar, artık yok, kökten kırıldı bacalar, bu âdeti uygulayan yok.
Gelin almasında beş unsur var, dedik: tavuk, peynir, turşu, rakı. Gelin giderken sinide bunlar var, bir de klarnet, çalgı ekibi, davul zurna, zurna değil klarnet. Beş metre gidilir, öküze voooo dersin, vooo, vooo … voooha…Kafile zınk diye durur. Hemen rakılar bardaklara, içeceğiz. On metre gidilir, yine  voooo. Biri kenarda tedarikçi bekler, hazır. Ne duruyorsun, hemen git tavukları kaynat gene. O beş unsur olmadan yürüme şansı sıfırdır gelin arabasının. Sen biraz çok içtin az içtin yok, herkes orada içecek, içer. Bir mevzu olur, biri oyun bozar, acele eder, hadi ye çabuk, gidiyoruz, geç kaldık, bam güm yerlerde. Hiç karışmayacaksın oynayanlara, ihale sana kalır, kabak başına patlar sonra. Yerlere düşürülen biraz sonra gelir oynamaya devam eder yine, kayıkçı kavgası gibidir. Gelin böyle gider yeni evine. Ertesi gün duvak yapılır. Dolmalar, tatlılar, bilmem neler, keşke şimdi de böyle düğün yapılsa, kalmadı kardeşim. Şimdi köylüler bile salonda, tuppa da tuppa da tuppa, bitti. Ne öküz kaldı ne araba.

Güllü Bibi
Seyrek hepi topu üç hane, dedelerim, dedemin dedesi, 1864’te gelmişler, Büyük Çerkez Sürgünü’nde. Yıllardır Kefken’de Babalı köyünde bizim büyük sürgünümüzü anma törenleri yapılır ama bu, Kandıra’da bilinmez, neden bilinmez o da bilinmez. Kandıra’da Çerkez çok azdır aslında, deniz kenarlarından kaçmışlar, hatta balık da yemeyenleri vardır, derler, ataları denizde boğuldu diye. Her yerde söylenmez, Çerkezler, kadının olduğu yerde silah çekmez, kavga etmez, Çerkez kızının gözü hep yerde olur, oynarken bile. Çerkezleri övmek değil amacım, bunları söylerken diğer kavimleri aşağılamıyorum, yanlış anlaşılmasın, Türk, Kürt, Laz, Manav, Çerkez hepimiz Türk bayrağı altında yaşıyoruz.
Babaannem, Çubuklu’dan Gürcü Memiş Ağa’nın kızı,  dedemin beşinci eşi olarak on beşinde gelin geliyor bizim eve. İki çömlek altınla gelmiş. Gelin arabasına bindiriyorlar, seni verdik diyorlar Seyrek’e, Osman Bey’e. Çift yaylı gelin arabası, dört at çekiyor. Kocasını belki de hiç görmemiştir daha önce. Görme şansı var mı? Mesajlaşmışlardır hehehe… Ya ne görmesi, akıllı telefon mu vardı o zamanlar, whatshap mı vardı, Osman Bey’e verdik seni kızım, bitti. Dedemin yetmiş altı dönüm tek parça tarlası varmış o yıllar, çiftlikte yetmiş hizmetkâr. Neyse, babaannemin gelin arabası, tam köye dönerken babaannem, nereye geldik bakayım diye gelin arabasından uzatıyor başını, hafif bir talaş varmış denizde – dalgaya talaş deriz- hani pullukla sürersin düz bir ovayı, hafif talaşlı deniz öyle görünmüş babaannemin gözüne, zaten korkuyor, “adam amma da çift sürmüş  haaa diyor, kadın deniz görmemiş ki ömründe, söyleyen yok, duyan yok. Hayvanların ağılında dallı boynuzlar, bunlar da nesi? Güllü Bibi derlerdi babaanneme, geyikleri de bizim çiftlikte görmüş ilkin. Bunları kendisinden dinledim, 1975 yazında öldü.
Sel
Avukat Orhan Evin, bizim düz ovaya pancar ekmek istedi, 1961 yılında. O düze, buğday ekiyoruz, ayçiçeği, mısır ekiyoruz, bazı sulak yerlerine bostan, sarımsak soğan ekiliyor, Orhan Evin geldi, pancar ekelim, dedi, yer senden masraflar benden, tamam,  anlaştılar, kırmızı renkli ekim makinesi geldi, amelesi, işçisi tohumu geldi. Kırmızı makineyi, atlar çekti, öküzler çekti, traktör yok daha o zaman, ektiler. Bütün arazi pancar. Epeyi bir zaman geçti,  gür pancarlar yetişti, göbeği masa kadar, horoz gibi pancarlar çıktı, dişli dişli.Altmış İhtilâli’nden sonraki günlerdi, geldiler, baktılar, birkaç yerden çatallarla pancar söktüler, söküm zamanı gelmiş dediler, haber saldılar köylere, ameleler gelsin, diye. Adamlar gelecek, pancarlar sökülecek, kolay mı, belki bir hafta sürecek.  Söküm vakti geldi, yarın sökecekler, akşamdan bir yağmur başladı, sabaha kadar sel oldu, nasıl bir yağmur! Üç gün durmadı, ağustostu galiba, babam bizi düze indirmedi, nasıl yağmur! Sel, sel, sel!… Gidiyor her şey, kümesler, tavuklar, horozlar denize gidiyor. Dere kalktı yani. Afat. Gitmez deme. Nasıl 73’te Kandıra’da Ağva yolunda, Namazgah Deresi taştı, ev gitti, yol gitti, askerler gitti. Gitmez mi? Kümes gidiyor denize, babam indirmiyor bizi düze, kabaklar gidiyor, üzerlerinde horozlar var üüürü üüüü… Balık ağları yırtıldı gitti, kulübe yıkıldı, ertesi gün baktık, mahsuller gitmiş. Akan aktı giden gitti… Günlerce denizden şey çıktı; bostandır, kabaktır… ne varsa. Her ağustosta bu Kandıra şiddetli sel yapar, ağustosun on beşi yaz on beşi kış sadece Kandıra’ya mahsus atasözüdür, doğru mu Hocam? Sandalı bile dereye bağlamadı babam, ne olur ne olmaz diye, çökertme makarasıyla incire astık sandalı, iki metre yukarı kaldırdık. Ondan sonraki gün bir güneş açtı, pırıl pırıl. Otuz santim mil, çizmeyle basıyorsun, güp batıyorsun dibe, bataklık, mil; mil işte, çamur. Ne bir tane pancar alabilirsin ne bir adım atabilirsin, küllüm zarar, olduğu gibi bıraktılar tarlayı, o makineyi bile götürmedi Orhan Bey, yıllarca düzde kaldı kırmızı ekim makinesi, çürüdü gitti. Mil toprağı satha yayıldığı zaman esas ana toprağın havayla temasını kesermiş, beton gibi ya, aynen, ağaçları bile kuruturmuş o mil toprağı, hava ile teması kesilince koca ağaç canlanamazmış, kururmuş, bir ziraatçıdan da duymuştum “mil toprağını ağaçların köklerinden kazımazsanız, ağacı bitirir” diye, hakikaten. Demek ki korkunç bir felaket yaşamışsınız abi, o zamanlar? Müthiş. Seyrek, Seyrek olalı…
Av
Mavzerle. Mavzerle av? Eskiden öyle. Yorgancıda da vardı, görmüşsündür, duymuşsundur. Dolma kapsül koyardı, kara barut, dumanlı barut. Tüfek, av tüfeği çok sonradan çıktı. Dumansız barut çok pahalı, teneke ecza kutusu, içinde yüz kırma kapsül var,  yuvarlak, bu boyda (işaret parmaklarını birbirine bakar biçimde  yirmi- yirmi beş santim aralıkla havada tutuyor) yine pembe renkli saçma kutusu. Alsana göreyim para nerde? Kara barut almış, dumanlı barut, babam. Saçma nerede? Ağ kurşunlarını kesiyorsun, ufak ufak, çok küçük, taşa koyuyorsun, birkaç saat yuvarlıyorsun… Leblebi gibi olur onlar, öyle? Leblebi gibi, köşeli, üçgen, ufağı, büyüğü… dolduruyoruz. Kıtık çiğner gibi çiğne ağzında. Kıtık, kıtık. Tapa falan yok, hazır fişek yok, ne hazırı? Fişek yok. Bir tane fişek gördüm, kırmızı renkli, MKE yazardı, tüfeğe sokarız, şişerdi, çıkaramazdık. At, at aynı fişek, yoktu ki başka fişek. “Güüüm” Bir gün biri uçuyor: Güm… Bir tane parça çatmış, kanadı parçalanmış, capcanlı hayvan, kuş.

Evimizin Odaları
Dokuz tane oda var. Eski evi bilir misin sen bizim? Bilmem mi o ahşap evi ya! Her odanın adı başkadır. Misafir Oda… Giremezsin o odaya, babaannem sokmaz, misafir gelecek, oda temiz olacak, girmek ne mümkün? Çocuklara yasak? Sadece çocuklara mı? Ailenin diğer fertleri, annem de babam da girmiyor o odaya, sadece misafir gelince açılırdı kapısı. Oda bomboş kalır, misafire aittir. Evin efesi babaanne? Babaanne, evet.  Salonda bir masa var, üzerinde idare, gaz lambası. Yakamazsın, misafir gelince misafire yakılacak o. Onlar durur öyle masada, hiç yakamadım idare lambasını, ömrümde yakamadım, orada durdu ama. Bir de uzun lamba var, her yerde yanar. Misafir odasına iki sefer girmişliğim vardır ancak, ömrümde. Yasak. Kozmik oda gibi bir şeymiş. Aynen. Halısı var, pirinç karyolası var, aynalı karyola, klasik oymalı. Hamamlığı var, özel, misafir odasındaki ocağın bir tarafı yüklük, yastıkları, yorganları koyarlar, diğer yanı hamamlık. Yer Oda, Rüzgâr Oda, Radyo Oda… Radyo, öyle yumruk gibi şeyleri… Bataryaları  mı? Radyocu rahmetli Necati’ye vermiştik onu kayboldu gitti. Bataryası değil canım düğmeleri. Siemens, iyi hatırlıyorum, se, i, e, mens. Böyle bir radyo, (iki elini kucak açar gibi öne doğru açıyor  radyonun enini, sonra yine ellerini ayaları açık biçimde altlı üstlü tutarak boyunu gösteriyor) çapraz, bir tanesi otuza otuz, on santim kalınlığında vidaları, düğmeleri var, somunla sıkarsın. Bitmedi daha, çalışmaz radyo, aç hele. Fincan, porselen fincanları bağlıyorsun bahçedeki dut ağacından eve, Radyo Oda’ya, iki fincan arası elli metre hat çekiyorsun. Anten? Evet bildin, anten. Tel, özel tel. Çalışmadı, çalışmadı. Toprak hattı var daha, suya, aşağıya, toprağa gömeceksin teli, ancak çalışır. Rahmetli Hurşit Ağabey gelirdi, “Nerden geldim Köln’e, Yüksel Özkasap dinlerdi, Robert Straus, Alkadraz Kuşçusu… Altmışlarda en büyük eğlencemiz radyo dinlemekti. Yüksel Özkasaplar, Şükran Aylar, Ahmet Sezgin, Nuri Sesigüzeller neler neler… Ne radyosuydu? Efendim Siemens. Kanal, kanal? Ne bileyim kardeşim, sorudan hoşnut olmadığını çok açık belli eden jest ve mimiklerle:  FM dört(!),  TRT’den başka kanal mı vardı o zamanlar, İstanbul Radyosu’ydu herhalde. Köln radyosu, Almanya’nın Sesi radyosu? Yok canım bizim radyo, İstanbul’u zor çekiyor, Almanya’yı nasıl çekecek? Batarya bittiği zaman ne yapardık? Babam gider doldurtur muydu acaba? Ama vidalıydı, somunluydu.


Ondan, şundan, bundan
Somun sözcüğü yine başka bir yer ve zamanda geçen bir olayı anımsatıyor, laf lafı açıyor. Sanat Enstitüsü’ne başladığım zaman, 65-66 Meslek Teknolojileri öğretmeni, “Saplamayı neyle sıkarız?” dedi. 60 kişilik sınıf, tık yok kimsede, saplamayı duymamış ki kimse. “ Kontr somunla hocam.” “ Nereden biliyorsun len sen nerelisin bakayım?” “Kandıralıyım hocam.” Öyle yürüdü muhabbet. 
Denize gidiyorum, balığa. Albin makine almış babam… - Biraz oradan biraz buradan potpori yapmaya çalışıyorum artık siz anlayın, bağlayın.-  Çalıştırıp motoru açılıyorum denize. Kışla köylerinde sandal var ama motor yok. Haydi dan dan dan dan (motor efekti)… Albin motorda Sen marka manyeto vardır, yedi buçuk beygir, kolla çevirirsin, suda çalışır, yalak yaptırdı babam, bizde çalışıp da o yalakta elleri parçalanmayan köylü yoktur. Gidiyorum Kışla’ya, onları, Kışla köylüleri takıyoruz peşimize, haydi hop denize yatmaya, palamuta. Sabaha doğru topluyoruz balığı yine dan dan dan dan, dönüyoruz. “Baba bunları, (Kışla köylüleri) ne getiriyoruz, balık vermiyorlar, çeksinler küreklerini… “Olsun oğlum” derdi babam, en merhametli sesiyle. Aleko, Taksim’de bir Aleko Usta vardı Ermeni, manyetoyu ona götürürdü babam tamire. “ Bilmem nerede, kâğıtçının yanında” derdi. Pervaneci de Perşembepazarı’nda Rum Artaki idi. Sarı kanatlı pervaneler yapardı, üç kanatlı mı, iki kanatlı mı? Üç kanatlı. Abi evin odaları? Radyo Oda’da kalmıştık. Yok, Radyo Oda’dan buralara geldik. Güney Oda, Dut Oda, Çalköy Oda. Mutfak büyük, iki tane mutfak var evde. İki tane girişi var evin, merdivenlerden çıkıyorsun. Altta ahırlar, kilerler… Mısırdır, buğdaydır… En çok kızan arpadır, mısır acır. Değirmene Bollu’ya götürürdü babam mahsülü. Değirmene götürmeden önce çeşmeye. Çeşmede koca bir gün ıslatırsın, sonra kilimlere sararsın, pala kilim, biz dokuyoruz, öyle yok samur mamur, halı malı, Sibel Can’ın reklamını yaptığı ne halıydı o? Saray maray yok o zaman. Pala kilimleri evde düzende dokuyor, analarımız, bacılarımız. Pala ne? Eskimiş demek pala, eski kilimlerin iplerini de kullanırsın yenisini dokurken. Kıtır, kıtır, kıtır, eski kilimlerin iplerini sökerdim, dumanını çıkarırdım. Ondan sonra değirmene gidilecek, gelinecek. Mısır fazla götürmezdi, iki teneke götürürdü, “mısır acır oğlum” derdi, mahzun sesiyle babam. Pasta yapardık mısır unundan, biraz da ekmek hamurunun içine katardık lezzet versin diye, beyaz unun içine. Babaannem Gürcü ya rahmetli, sade mısır unundan kırtıl yapardı. Kaçamak dedikleri şey? Kaçamak çok farklı bir şey. Kırtıl, sapsarı olur, Kırtıl işte. Yağla peynir mi atıyorsun içine? Çali, Kçali derler Gürcüce, Lazca, peksimet gibi bir şey, bildiğin ekmek, mısır ekmeği. Tavada mı yapıyorlar? Tava gibi bir şeyle konur fırına. Fırın on beş günde bir yakılır ekmek yapılırdı. Başkası mümkün mü? Çarşıdan ekmek alma şansın mı var, çarşıyı bilen kim? Odunlar hazırlanır, fırını tutuşturmak için çalı çırpı toplanır, fırının içi ıslak bezle süpürülür, fırın yakılır, önce pideler atılır, boş pideler, mancarlı pideler… Boş pideleri çıkarırsın fırından önce, içine doldurursun yoğurdu, sıcacık pideye soğuk yoğurt, bir ısırırsın üstünden başından akar. Tabağa koyamazsın tabi, tabak mı var, tabak nerede? Hepsi bu, bir de peksimet. Babaanneme her fırın yakılışında ısrar ederdim, mancarlı pideyi fırına illa ben atayım diye, heves ederdim. O zaman, araba tekerinin göbeğini bile kendimiz yapardık. Epsit? Yok, göbek, epsit tekerin çevresindeki demire denir, kütüğü yani göbeği, ortası. Bollu köyünde bilmem ne Usta vardı, ağaç tornası vardı,  ona çektirirdik, göbeği. Kütüğü Bollu’daki usta yapardı. Yarım ay gibi olanlar epsittir, araya konan dikine çubuklar ayak, göbek de kütük.Bir küreğimiz vardı, kalın, yamuk yumuk “Ya baba” derdim “Şöyle güzel kürek yapsana fırına ekmeği rahat rahat koyalım” Ben süreceğim ya pideleri… Mayalı hamuru tabi ki koyamadım fırına, bir denedim altını üstüne getirdim, bir kavga orada, annem kovalar beni. Kızılcık turşusunu çok güzel yapardı annem. Sabahın beşinde kalkarsın gem yolmaya. Gem nedir? O, hayvanlara vurulan gem değil. Demet bağlamaya denir, gem. Kemer diyeyim ben sana. Erkenden, çiğde yolacaksın gemi. Ters yapıp birbirine geçireceksin, keten burması gibi. İstif edeceksin kapalı bir yere. Deste deste yaptın mı, desteleri gemlerken viijjiiyt yılan dökülürdü içinden ben kaçardım, anneeee. Evet. Demetleri arabaya yüklersin doğru harmana, sonra yığın yaparsın. Üç çeşit burgu vardır: Dingilbaş burgusu, dingili başa delersin, gergi burgusu, bilek burgusu. Dingilbaş sekiz bin milimetre, sergi on beş bin, bilek otuz bin milimetre. Serenleri kavale ile delersin garç garç garç … Dingilbaş da küçük olacak. Oraya çivi çakacaksın ki teker çıkmasın, fırlamasın, bir tane de pul koyacaksın.


Harman
Harmanı saçtık, yığı ile önce yuğladık, çalı ile sürgü yaptık, su döktük, kazanla dolaşırsın harmanı ıslatırsın, toprağı sertleştirmek için, buğday taneleri batmasın diye yığı ile dolaşırsın, samanı ince atarsın, olur beton. Sabah kalkarsın, elli altmış demet saçtın mı harmana haydi oğlum başlıyoruz dönmeye düvenle, hayvanın tersine kürek tutarsın harmana şey yapmasın diye. Köylü her şeyi kendi yapıyor, ya ne eziyetti bu değil mi? Balığı tut, ekini ek, arabanı yap, epsitini, kütüğünü, her şeyini, hamuru, fırını, bilmem nesi nesi. Evet, üç şey alınır çarşıdan, yağ, tuz, gaz. Üçüncü aktarımdan sonra annem getirir harmana umaç çorbası, yanında kızılcık turşusu veya domates turşusu, yeşil. Yemek memek bu. Bir ay harman döversin, bir ay. Akşamüzeri tınaz atmaya gelir sıra, topluyorsun boydan boya, rüzgar yoksa kaldı her şey kaldı ertesi güne kaldı, tınaz için rüzgar şart. Saman altı kayır, kesik olur, bazıları başak kalır, bütün harman bitince kesik yapılır, yığı ile dolaşılır ki taneler kalmasın, ziyan olmasın. Her harmanın yanında samanlık vardır, hemen yanında. Sonra samanı sıyıracaksın, sıyırgılarla, şöyle üçgen, bildiğin eşkenar üçgen, arkasına bir tahta çakılı. Şimdi düşünüyorum da o sıyırgının üzerinde ne kadar kalır ki saman, niye yanlarını kapatmazdık ki niye babamlar, dedemler düşünememiş bunu, hayret? Sıyırıyorsun  samanı for for for, yanlardan yarısı samanlığa dökülüyor, yine geliyorsun, döktüğünü yeniden sıyır, yine dökülür… On beş santimlik bir tahta çaksan sıyırgının yan tarafına daha çok tane toplarsın yani. Sıyır. O sopanın boyu ne kadar? Yedi sekiz  metre. Yarışırdık, sıyırgıyla samanı samanlığa atmak için. Niye? Hemen denize kaçmak için. Abim sıyırırken sıyırgısına takılırım, sıyırgısı boşalır harman içine, fark ederse benim yaptığımı kaçarım o kovalar. Hayda, hemen denize, denize ağ at, balık tut, sabah yine aynı hengâme. Tabii ki harman bir sene sürüyor değil ama bir ay harman döverdik. (Rüştü abi araya girip Seyrek’teki Gümrük’e getirmek istiyor lafı, kafasında müzik var; Kamuran ve Gönül Akkor’u anlatsın istiyor. “Sizin Seyrek’te, limanda hani Gümrük vardı, onu biliyor musun? “ Hayır" diyor, kısa ve net. “Veya babanın anlattıklarından aklında kalan? Seyrekli’nin aklı nerede? Ailesinin köklerinde. “Babam, 2001’de vefat etti, 15 sene olmuş. Babasını bilmezdi, dedem öldüğünde bir yaşındaymış. Yıllarca benim kulağımda yer yaptı şu sözleri: “Baba toprağına gidemedim, Batum’a gidemedim." 2000’de ekspertiz olarak bir iş gezisi yaptım Batum’a, Soci’yi falan da gezdim. Oradan  ne getirdim biliyor musun? Herkes ne getirir gittiği yerden? Yiyecek, giyecek, çorap, kazak, kahve, viski, bilmem ne! Ben bir torba toprak getirdim, bir de Çerkez kaması. Dümdüzdür Çerkez kaması, Çerkez karakterini temsil eder, kalleşlik yoktur, Çerkez de, kaması gibi dümdüzdür. Kıvrık kılıç, kıvrık kama göremezsin, hepsi düzdür. On beş gün kaldım Kafkasya’da, Hacı Şah Ali Oğulları bizim kavmimizin adı. Toprağı gümrükte üç saat incelemeye aldılar. “Beyefendi bu toprağı ne yapacaksın? “Sen bilmezsin." Gümrük’te o kadar mücadele ettim, el koyacaklardı neredeyse, şüphelendiler, içinde bir şey mi geçiriyorum diye. Kuru  mu beyaz mı toz mu?  Bir yönden haklı adamlar, işlerini yapıyorlar. Eve getirdim, “Baba, atalarımızın toprağı” dedim, kokladı da günlerce ağladı.

Ocak ve Barut
Barut mevzuu yarım kaldı. Karabarut ıslandı. Evde, her evde, ocağın yanında, raflarda kandiller durur, söner kandil, yanmaz, gazı biter çünkü, -L gibi küpeştesi- ateşe tutarsın yanar, kibrit çakmaya gerek yok ve her ocağın önünde pösteki serilidir, bizim pösteki beyaz, böyle (ne kadar büyük olduğunu göstermek için iki elini yandan yukarı kavis yaparak  açıyor) baba pösteki, büyük. Ocakta baba bir meşe kütüğü yanıyor. Barut ıslanmış, babam “gazete getir” dedi, üstüne serip kurutacak, gazete ne gezer evde, benzer bir şeyler bulduk yaydık ocağın önüne, pöstekinin üstüne. Çok zaman geçmedi, bir yalım oldu. “Baba” dedim. Patlar kestane, çok patlar. Kestane, ocakta kolay kolay yakılmaz. “Barut yanar baba” dedim, “sus, len” dedi, babannem de orada, elinde yünler, ne yapıyorsa. Ateşle barut yan yana olmaz derler. Çalıştığım işyerinde kocaman harflerle, bir metre boyunda on metre yazı : Hiçbir tedbiri şansa bırakma! Yirmi yıl okudum onu. Tek kişi çalışmazsın rafineride, yanında mutlaka bir kişi daha olacak, düştün, yalnızsın ne olacak?  Bitti, kimsenin haberi de olmaz düştüğünden, onun için yanında biri olacak, standardı budur işin. Neyse işte takara makara anlatıyoruz. Yarın çulluk tutacağız, çulluklar anlatmakla bitmez. Barut? Barut bitti mi? Yok bitmedi, anlatacağım onu. Bütün çullukları kedi yiyordu, adi kedi. Vuracaktım, vuramadım, içimde ukde kaldı. Abiciğim, aşağıdaki Adnanlar, Sefalar, fişek alırlardı parayla, benim tüfekle atmaya gelirlerdi. Yok kimsede tüfek müfek… Hadi ver tüfeği, vereceğim ne olacak? Pof diye atacaklar o kadar. Kedi çulluğu yerken tüfek komşu çocuklarında, emanet. Sen oradan, ocaktan kestane bir patla! Kestane ocakta yakılmaz, çünkü patlar, kestane odunu patır patır patlar. Ocağa dayamışız meğer kestane sırığını. Bir kıvılcım ateşten, pıt diye atlar, göremezsin, görmedik. “Baba” dediydim, “şuraya koyalım kestaneyi, ocaktan biraz uzağa” “sus lan” dediydi bana. Odun ocakta yanarken pır pır ses çıkarırsa rüzgar çıkar.  Böyle özel meteorolojik bilgiler de verir ocak yanarken, gür gür ses yaparsa dumanlar, bil ki fırtına çıkacak, yağmur yağacak. Deniz de seren gibi oldu mu “ağları topla, fırtına var” derdi babam. Novigasyon yok, gogul yok, yaşayıp öğreneceksin. Orada, ocakta bir fosurdadı ortalık, kestaneden pöstekiye, baruta atladı kıvılcım. Altı metrekare var mı, barutun yayıldığı yer? Yok yirmi beş metrekare? Ne yaptın abi, nerede o kadar barut, kimde var, o zamanlar? Şöyle yarım metre tutmaz, pöstekiye kağıt serdik ya. İkiye üç halı mı alıyorsun, Allah Allah! Yani gür diye patlayınca? Patlar mı barut, alev aldı, foşuroşuğoşurğfoşfos, alev malev hepsi bitti. Biz yanacağız diye korktum ben, pösteki yandı, beyaz pösteki gitti, minder yandı. Ocak başında oturmak keyiflidir, minderi koyacaksın altına, oturacak başka bir şey yok, sandalye diye bir şey yok. Sedir, sedir? Sedir uzak gelir, üşürsün. Ev yanmadı yani? Yanar mı ya biz oradayken. Ne barut kaldı ne pösteki, küllüm zarar. Barut öyküsünü bitirdik, belki de hafızasından yeni bir öykü çağırmak için Seyrekli derin bir nefes aldı, anlatacağı çok yaşam öyküsü olduğunu ancak sıkılmayalım diye kısa kısa anekdotlarla geçiştirdiğini söyledi. Böylesi daha iyi.
Tuzlu Muşamba
Defineci Gürcüler gelirler ikide bir, babamı define aramaya götürmek için, annem korkardı o adamlardan, babamın define aramaya gitmesini istemezdi, geri dönmeyecek sanırdı, belki. Çünkü define avcılarının yola ne zaman çıktıkları bilinir de eve ne zaman dönecekleri bilinmez.  “Yenge gelür,  gelür, gelürüz” derlerdi, çabuk geri döneriz anlamında. Gelirler, annemi yine kandırırlar, babamı alır götürürlerdi. Para bastonu vardı babamda, demir, oluklu ucu kıvrık, sivri, inşaat demiri gibi. Sokarlar toprağa, dinlerler. Aha, küp burada! Nah burada, affedersiniz. Ben bir gün aldım bu para bastonunu odadan, çocukluk işte, çıktım dışarı, bayır aşağı başladım koşmaya, nereye koşuyorsam. Kıvrık yeri bir taşa takıldı para bastonunun,  bir kapaklandım yere, sivri ucu, karnıma girdi, göbeğime. Yerden hemen kalktım kalkmasına ama dondum kaldım, heykel gibi hareketsiz.  Çok korktum, kan nasıl fışkırıyor karnımdan, hüüvf, öleceğim sandım. Eve yakındım Allah’tan. Merdivenin altında, mutfağın yanında, kilerde, kara kovanlarımız vardı, iki metre boyunda tahtadan kara kovan, kovanların arasından ufak bir geçiş yeri bırakılırdı. Şimdi, peteğe balmumu koyuyorlar, mumu yediriyorlar bal diye. Arı yapacak onu arı! O arı kovanlarımızı gördüm, gözlerim karardı, kendimden geçmişim. Babaannem gördü beni, o halde. “Babaane!”dedim, bayılmışım, gerisini hatırlamıyorum. Hastaneye götüremezler, neyle götürecekler? Taksi yok, traktör yok, öküz arabasıyla yolda ölürsün,  hadi sağ gittin diyelim, doktor yok. Tuzlu muşamba saklarlardı evlerde. Deriyi tuzlarlar, canlı durur o her zaman hazır durur, steril bir bez gibi. Ne derisi? Hayvan derisi, küçük baş hayvan. Kesiklere iyi gelir. Kesik yere tuzlu muşamba sararlar ya da ekmek çiğnerler kesiğe basarlar.Sormuk derler ona da. Sormuk? Bebeğe verirler, şekerli ekmek. Şekerli suyla ıslarsın ekmeği, çocuğun ağzına koyarsın. Aynı meme gibi, emzik yerine kullanılır, ona sormuk denir. Neyse, tuzlu muşamba sarmışlar karnıma, iyileştim. Bana battı diye o demiri dereye attık, ceza verdik demire, babam, abim  ve ben törenle dereye attık. Köprüden at oğlum dedi babam, attım, gidiş o gidiş. İnanca bak ya! Ördek yalaklarını bilirsin, köpek yalaklarını. Küçük bir nacağım vardı. Çakal diyemezdim, takalları keseceğim, dermişim. Köpekler yesin diye, yalağa yal koyuyorlar, kız kardeşim de yalak boşken içine çalı çırpı koyuyor oyun yapıyor kendine. O koyuyor ben çekiyorum, evin önünde kardeşim koyuyor çalıları yalağa ben nacakla çalılara vurup çekiyorum, bir vurdum böyle ansızın kız kardeşimin serçe parmağı ile yüzük parmağının birleştiği yere denk geldi. Hemen yine tuzlu muşamba yetişti imdadımıza. Halen iki parmağı bitişik gibidir. O zaman demişti ki babam “İleride, kardeşine bir yüzük alacaksın, borçlusun.” Hâlâ söyler durur “Abi bana yüzük alacaktın, almadın.”  Takalları (çakalları) kesecekken güya, kardeşimizin elini kestik.


Arış
Her şeyi kendimiz yapıyoruz ya arış yapardı babam, öküz arabasının arışı, oku, üç – dört  metre uzunluğunda olur, karaağaçtan yapılır, karaağaç en az aşınan ağaçtır, serttir. Kabuğunu soyar, hayvan gübresiyle sıvar, ateşe tutar. Niçin? Düzgün çizgi çekebilmek için, keserken kayar yoksa testere. Çırpı ipine kiremit tozu sürer, ipi çekip bırakırsın, çizginin üzerinden kesersin. Avlu örerken, tokat yaparken de bu sitem. O çırpı ipini, bir başa bağlıyorsun, çekiyorsun ve bırakıyorsun, tıp, kalıp gibi iz yapar, işaret belli, düzgün kesersin. Çivi yok, her şey doğadan ve doğal. Testereyi hep babam kullanır, tırt tırt tırt tırt, ara sıra talaşını temizler, “hiç acele etme oğlum” derdi keserken, ben telaşlı hareket ederdim, yorulurdum, bırakırdım. Ara sıra dururdu keserken, meğer nefesini ayarlarmış, biraz sonra yeniden dolacak talaş altına, işin ince yanı, talaşı temizlerken dinleniyor, on, onbeş saniye olsa bile. Bir tane testeremiz var her işte onu kullanıyoruz. Şimdi kıl testeresi ayrı, dekopajı ayrı… Babam kayboldu bir ara, helaya gitmiş olmalı, testere beni çekti, heves ettim, keserim mi, keserim , bir giriştim kesmeye, keserken keserken testere bir yan gitmeye başlamasın mı, kaçtı çizgiden, düzeltirim ben bunu düzeltirim(!) kenara kaldı bir buçuk santim, ağaç koptu kopacak, babam geldi gelecek, ben ormana kaçtım. Fellik fellik beni arıyormuş, ağaç gitti tabi.  Eve dönünce bir iki tokat attı bana. Sen güya babana yardım edeceksin, sekiz yaşında çocuk, iyilik yapacak! Ne iyiliği, meraklı velet.


Gemi Batıran Bora
1 Mart 1958, gemi battı Körfez’de, Üsküdar gemisi, beş yüz kişi boğuldu, çoğu öğrenci. Aynı gündü, o nedenle aklımdadır daima. Fırın yakılmış o gün, annem ekmek yapacak. Evimizin fırına bakan kuzey duvarındaki tahtalar çürümüş biraz, babam da o çürük dökük tahtaları taflan dalları ile kapattı, taflan çalılarını duvara dizdi. Ben de elimde bir sopa, ateşle oynuyorum, eşeliyorum, tutuşturuyorum, söndürüyorum falan. Ateşle oynama diye boşuna dememişler. Hatta, oynama işersin, derler, onun anlamı, bir şey yaparsın, zarar verirsin demektir, verdim. Taflan, defne, patır patır yanar, barut gibi yanar ıslak taflan yaprağı, babam çakardı yaş yapraklara çakmağı, payır payır yanardı. Bir tek taflan yanar böyle, dokusunda var, çok da güzel kokar. Oynarken oynarken ucu esili, ateşli sopayı taflan yapraklarına değdirmeyeyim mi. Rüştü, bir bora geldi o ara var ya alamet, felaket,  yer yerinden oynadı.  Beni yapıştıracak yere. Birkaç gün sonra dediler ki işte o bora batırmış Körfez’de gemiyi. Bir tutuştu taflanlar, ev yanacak. Kovalarla, kazanlarla bilmem nelerle söndürmeye çalıştık, en sonunda babam, çalıları duvardan ayırdı da evimizi kurtardı. On dakika sonra geçti o rüzgâr.

Babamın Pipoları, Çakıl Taşları
Pipo içerdi babam. Çakıl çekerdik, Maliye’ye rüsum yatırırdık, yedi yüz elli lira. Beş kuruştu kumun tenekesi, 35 kuruş da çakılın tenekesi. Çakıl çekiyoruz denizden kürekle, sandalla. Yirmi beş liraya, yirmi santim genişliğinde, beş santim kalınlığında, dört metre boyunda kalas aldık, sandal batarsa tedbir olsun, diye. Yelken hastasıydı aynı zamanda rahmetli. Çakılı aldığımız mağaradan dönerken illa yelken açardı, sandal pışır pışır kayardı. Ben de kıç tarafında otururdum ama çakıl taşlarından rahat oturamıyorum. Başladım altımdaki çakılları denize atmaya, durgun suya atıyorum, halka çoğaltıyorum. Meğer çakılların arasına koymuş babam piposunu haberim yok. Attıktan sonra havadayken fark ettim pipoyu, gitti pipo denize cup. Şimdi, söylesem, döver, söylemesem… Sessizlik uzun sürmedi, dümenden ayrılmadan “pipoyu versene oğlum” dedi, yok mok dedim, abime de sus diye işaret ediyorum bir yandan. O da sussa ya! “Attın ya, attın ya” demez mi, gammazlamaz mı!  Eyyy, öldürecek beni. Denize atacak hali yok ya! Evde dolu, on tane piposu daha var ama o anda yok, her şey var, tütünü var ama içemedi. Kızmak ne kelime, köpürdü, köpürdü.

Akide Şekeri
Annem bize elbise alır pazardan, Kandıra’dan, çolaki, şort gibi, kısa pantolon. Her Çarşamba atla Kandıra’ya pazara giderler, Seyrek – Kandıra kaç kilometre ki zaten. Bir araba kum götürmüş Kandıra’ya babam bir keresinde karşılığında saat almış, Küpeli Vacit’ten. Para yok, parayı bilen yok, hesap var.  Nasıl bir saatti o? Kurmalı masa saati. Köylünün elinde ne varsa getiriyor pazara, pazardan, çarşıdan ne lazımsa alıyor kendine. Ayçiçeği veriyoruz, esnafa,  tuz, gaz – başka bir şey alınmaz- bir de şeker alıyoruz. Kum sattık yıllarca. Veysel’in babası Ali Rıza gelirdi,kum çekmeye, İfo’su vardı taka tuka taka tuka, burada çalışsın Ahmatlı’da duyardın. Bir gece sırtımda tüfek, kumu bekliyorum, sotaya yattım, taka tuka taka tuka, kuma geldi, yanaştı, farları sönük, yükledi tenekeleri. Çıktım önüne tık tık tık saydıydım o yüklerken zaten, çarptım, tenekesi beş kuruştan. “Rıza abi hayrola dedim ya, arıza mı yaptı İfo?” “ Ya sorma farları yanmıyor” dedi, titrek bir sesle. Kum çalacaktı benden çalabilirse. Parayı verdi, döndü köşeyi, farları yaktı gitti. Hani bozuktu, hahahaha çalacaktı sözde. Bir dombay arabası yirmi teneke alır, bir lira tutar. Kum satarken biz para görmeye başladık. Gelirlerdi köye dünya memleket, meci yaptırırdı babaannem. Meci ne abi? Meci, yardımlaşma, imece. İki eliyle büyük kulaç yaparak, bu kadar tabansıra, tabak yok ki – tabansıra, büyük karavana – ayran yapar, yanında bulgur pilavı, soğan, ekmek, başka bir şey yok, meciye gelenlere. Hindi yavrularını bilirsiniz, kel derler. Geldi bir kel, ayrana bir bastı. Geçti. Herkes dondu, durdu. Babaannem Osmanlı kadını bilmez mi işi: “teh kör olası” dedi, aldı kaşığı, o kelin bastığı yere daldırdı, tıp attı. İlk kaşığı da kendi ağzına götürdü ama. Ne yapacaksın? Yiyeceksin, içeceksin. Kel bastı diye yemezsen, içmezsen aç kalırsın, geberirsin, iş yapacaksın, hadi yemesene! Ayranı kaşıkla mı bardak yok mu? Bardak mı, o ne? Bardak icat olmadıydı, maşrapa var bakır, on kişi su içer ondan.  Kaşığını da sen kendin getireceksin, herkese yetecek kaşık nerede? Tahta kaşığını koyarsın kuşağına, meciye öyle gelirsin.
O zaman şimdi marketlerdeki didolar, çikolatalar yok, Çarşamba günleri babam Kandıra’dan bir külah akide şekeri getirirdi, cam gibi olurdu takır takır. Bir külahın içinde sekiz tane şeker var, dört kardeşiz, babam kendi verir çocuklarına ikişer adet şekeri. Birini ben hemen yiyorum, tadını özlemişim, diğerini kabak yapraklarına sarardım, samanlığa giderdim, gebrilin arasına saklardım. Arkama da dönüp bakardım, abim sakladığım yeri gördü mü diye. Onu salı günü yiyeceğim, bir gün sonra yenisi gelene kadar tadı ağzımda kalsın diye. Gılin gılin yapacaksın? O nedir? Kardeşlerin yiyip bitirecek, bir sende şeker kalacak, sen yerken onlar bakacak, ağızlarının suyu akacak. Yok o amaçla değil maksat ağzımda akide şekerinin tadı kalsın, her çarşamba gelir nasılsa. Banko. Gebril? Çatıyı tutan aykırı sırıklar, kiremitleri taşıyan tahtalar, aşık da derler, onların arasına saklardım. Ara sıra kaybolduğu olur muydu? Olmazdı, on dakikadan fazla oyalardım abimi, uzaklaştırırdım olay mahallinden, koca samanlıkta nereden bulacak, 20 metre uzunluğunda samanlık, oda değil ki, çayırlar, otlar, düvenler, neler konur oraya neler. Demek sen şimdiki formunu, küçük yaşta yediğin akide şekerine borçlusun, bildim bileli böyle fit görünürsün.  Altmış altı yaşımdayım, yaşantıma dikkat ederim, sigara, alkol yok, ayda yılda bir sohbet muhabbet olacak da bir duble rakı, ortama uymak için. Akranlarım yolda zor yürür, bozmadım kendimi, her yıl Avrasya Maratonun’na katılırım, bu gün gidemedim, size söz verdiğim için. İnci Yaman korosunda solistim. Ya, pazartesi akşamları bizim çalışmalara da gel, Kefken Yolu’nda eski Postane binasında… Gelirim belki, kimle çalışıyorsunuz? Aysel Hoca’yla. Vay vay vay, yapma ya, gelirim, gelirim. Klarnette Şefik, ritmde Nurettin, çalışırken iki saz yetiyor ama konserde kadroyu tamamlıyoruz. Şeye takıldım: kardeşinin parmaklarına nacakla vurmuştun ya, tedavi için Kandıra’ya götürdüler mi? Ne Kandıra’sı ya, benim karnıma demir battı da Kandıra’ya mı götürdüler? Bir parmak için Kandıra! Tuzlu muşamba. Sardılar muşambayı, bitti. Çok ağır hastaları belki götürürlerdi hastaneye, öküz arabasıyla, artık iki saatte mi olur, yolda ölür mü kalır mı hasta, beş kilometre, yürüyerek bir saat. Askerden teskere alıp köye dönerken anneme, kızına kırmızı patik getirmiş. Birkaç gün sonra Kandıra’ya yürüyerek giderken Burhanlı’da Tepedeğ mevkiinde arkadaşları yoldan çeviriyorlar, dedemi, mevsim yaz, hava güzel, denize yüzmeye gidiyorlar, Seyrek’te boğuluyor. Vade doldu mu ecel insanı nasıl çekiyor. Sonra, anneannemi, dedemin kardeşiyle, Gebeş Şaban ile evlendiriyorlar. Sonra ne aldıysa hep kırmızısını alırdı, annem. Elbisesi kırmızı, mushafı kırmızı, perdesi kırmızı, çantası kırmızı, ayakkabısı kırmızı, arabası kırmızı… Bayılırdı kırmızıya.

Zambo
Bizim dükkânımız vardı, burada, Kandıra’da, Nasip Bakkaliyesi Hasip Güler. Çarşıda, Tüpçü Cemal’lerin sırasında, bakkal açtık. Kâğıtlı şekerler vardı içinden resim çıkan golden cikletler satardık, kırmızı, yassı, üçe dört, dörde dört falan, zenci resmi olurdu üzerinde kulakları küpeli. Zambo, zambo, zambo cikletleri! Cam kavanozlarda kağıtlı şekerler, kapakları da camdandı kavanozların, içindeki şekerler görünecek. Çok yenen şekerlerdi, onları yerdik yerdik, kâğıtlarını arkaya atardık, ulan çöpe atsan ya, çocukluk işte, hep kendimiz yerdik, küllüm zarar. Çekilişler vardı hani içinden çeşit çeşit hediye çıkardı, kazıyorsun böyle küçük küçük daireleri, kazırım yazar: zıpzıp, tarak, ayna, tenekeden tabanca… Babam verirdi bana beş tane çekiliş, “sat” derdi. Götürürdüm mahalleye, güya çocuklara satmaya, girerdim sota bir yere, açardım hemen çekilişi, kazırdım: ne çıktı? Zıpzıp, zıpzıpı alıyorum ayrı bir yere koyuyorum. Bir daha kazıyorum, ne çıktı? Şeker, onu da alıyorum, kenara koyuyorum. Halbuki hepsi senin zaten, yesene. Heyecana bak! Yemek değil maksat, heyecanı yaşamak. Kazıyorum. Ne çıktı? Tarak. Çekiliş torbasından alıyorum arka cebime koyuyorum, küllüm zarar  ama o heyecanı yaşıyorum ya… Üzerinde mantar tabancası resmi olan mantarlar… Fabrikası Ağva’daydı. Yirmi paket mantar, beş altı adet tabanca verirdi bakkaldan babam, “hadi bunları satın” derdi, mahallelere gönderirdi.  Satılmayacağını bile bile bizi neden gönderirdi, yoksa yanından mı uzaklaştırırdı? Ne satması? Dört tabancam var hepsi dolu, atmaya mantar yetmiyor, dran dran dran. Siyah olurdu teneke tabancalar ama metal gibi parlardı, simsiyah. Ateş ede ede bembeyaz olurdu. Sonradan plastikleri çıktı, yaramaz. Mantarın ortasında içi ecza dolu bir delik… Bir tane atardı, tek tek atardı, tetiğe dokundun mu iğnesi ecza ile temas eder ve patlardı, dran dran pat pat, tazyikle bum. Nasıl öldü Ahmatlı’da taşocağında rahmetli enişte, aynısı oldu, toz dinamiti sıkıştırdı, aniden patladı, enişte kaçamadı. Gerçi enişte, o patlamada ölmedi, kolu koptu, gözünü kaybetti, sonradan eceliyle öldü. Dinamit patlamış, ben yoktum. Ahmatlı’nın taşı meşhurdur.  Kazmayla yer açarsın, ocak açarsın,  toz dinamiti sıkıştırırsın, kapsül bağlıdır tabi, ateşlersin kaçarsın, öyle taş çıkarırlardı ocaktan. İlkellik. Sıkıştırırken patlıyor, felaket. Şileli bir Bombacı Yakup vardı, sandal direklerinin tepesine balıkları gözetlemek için konulan oturağa oturur, bakar denize, balık nerede? Hemen dinamit! Dinamiti, lokumu sardın muşambayla veya bezle, kapsülü koydun içine, on santimdir fitil, ucunu yaracaksın ateşleme için, kibritle yanmaz illa sigaranın kor ateşini değdireceksin, balığı öldürmez sersemletir, sarhoş eder. Kuyu gibi su çıkar, balığı kepçeyle toplarsın.  Aylardan ramazan, dinamitle balık vuracağız, abimle bize sigara yaktırdı babam, kendisi oruçlu, kapsülü ateşleyip hemen yakıp verdim sigarayı. Beş altı saniye içinde patlaması lazım, patlamadı. Suya attı, patlamadı. Ya kapsülde enayilik vardı ya bilmem ne! O gün akşama kadar gidemedik dinamiti attığımız yerlere, korkudan, ha şimdi patlarsa diye.

At
Atı çok severdik, atsız duramazdık. Silah, bıçak, at, bunlarsız hayat olmaz. Çok iyi bıçak atarım, mesafe önemli değil. Getir istediğin bıçağı, oturttururum. Meyve bıçağı olmasın ama doğruya doğru meyve bıçağı saplanmaz. Bir keresinde İzmit’ten mühendis arkadaşlarla bizim köye gelmiştik, balık yemeye, ızgara yapıyoruz, karşıda da çınar ağacı. Bir salladım bıçağı dink, saplandı çınara. Oradan biri hemen “tuttu be!” dedi. Öyle mi? Bir daha attım, dınk. Bir daha. “Tamam” dedi, Amerika’yı yen iden keşfe gerek yok. Denge çok önemlidir bıçakta. Bıçağın sivri ucu atana dönük olacak, sap kısmı dışarıda kalacak ve hedefe giderken bıçak bir sefer dönecek, öyle bir denge sağlayacaksın atarken. El melekesiyle olacak, denemek lazım, yaşamak lazım. Hiç affetmem, sallarım, zınk.
Ata gelelim, Dizgin, yular, eğer yok; yelesinden tutup bineceksin. Yok, gem vuracaksın, yok eğer koyacaksın. Kaymaz mısın üzerinde çıplak atın? Ayaklarınla sıktın mı bitti, ne kayması? İki tabanca elde, baktım kuş sürüsü, bıraktım yeleyi kuşlara ateş ediyorum draan! Hayvan bir tarafa ben bir tarafa  kah kah kah ha.  Çıplak ata biner giderim buradan İzmit’e.
Düzün ortasına doğru dereden suyu çeksin diye iki metre genişliğinde bir metre derinliğinde hendek açmıştı babam, günlerce kazma kürekle çalışarak. Yıllar sonra yerler satıldı. Yeni sahipleri, burası çukur diye doldurdular hendeği. Aptallık. Bütün su bastı düzü, tarla bataklık oldu, ekemezsin artık.  Hiç düşünmediler, bu hendek neden açılmış buraya? Söyledim tarlayı alanların çocuklarına Kandıra’da, “haklıymışsın abi, haklıymışsın” dedi utangaç bir edayla. Bazı şeyler teknolojiyle çözülmez, bire bir yaşayacaksın. Duyarak olmaz, deneyeceksin.


Balık Çorbası
Seyrek’ten Kürekle Kefken Adası’na  gittik, kürekle. Kıble motorumuz vardı, adı Cemal Reis, İstanbullu. Hepsi öldü, gittiler Allah rahmet eylesin. Denizde bizi gördü mü balık atardı, giderdi, taşıyıcı gırgırların zamanı, gırgırların arkasına gondol gibi tekneleri kürekle sardıkları zamanlar. Şimdi beş yüz beygirlik motor var jüğyt çeviriyor. Seksen kulaç derinlik var, alttan mapayı basıyor, balığı tava yapıyor. Gırgırın sistemi bu. Balığa en zarar veren tiroldür, dibini tarar, kökünü kurutur denizin, balığın.  Gırgır, balığı görür, çevirir alır, tirol ise yuvasını, yarusunu dağıtır.Kavga ederiz tirol atanlarla. Ocak ayında tekir yenir mi? Yenmez. Ama gider, atar tirolü, yavru tekiri ne varsa toplar, kumunu kazır, kumun içinde neler vardır neler, küçücük tekirler. Tekir avı için ağ yaptırmaya gidiyoruz, Kefken Adası’na, yelken ve kürek var. Sanahın köründe çıktık Seyrek’ten Kefken Adası’na dört beş saatte anca gittik. Babam, abim, ben, üçümüz. Dinlene dinlene çektik kürekleri, acelemiz yok, yelken de var. Eski insanlar öyleydi, horola gürele yok, yavaş! Aynı mesafeyi motorla bir buçuk saatte gidersin, biz beş saatte. Neyse vardık Ada’ya. Yemek yiyorlar, Ömer Lütfi’ler, Fenerci Osman falan. Hepsinin elinde birer ekmek, birer de soğan.  Bir tabansıra su, içinde tekirler yüzüyor. Abanıyorlar, yiyorlar. Acıkmışız, gebermişiz, buyur ettiler, yiyoruz, oh… Ama bu ne? İçinde tekirler yüzüyor dedim ya, canlı değil yemek bu, sulu yemek, maydanoz, yağ birikintisi vs. Ekmeği bandırayım dedim, bir hoşuma gitti. Balığı yiyen yok herkes suyuna banıyor ekmeği. Balığın lezzeti yemeğin suyuna geçmiş. Kimse balık yemedi desem yeridir. Bana bana içtik çorbayı. Ömrümde ilk orada yedim balık çorbasını. Herkes de yapamaz. İzmit’te Güngör var şimdi, müthiş yapıyor. Kerpeli’nin kızı var Kefken’de Fahri Reis’in hanımı, bir balık çorbası pişirir, parmaklarını yersin. Doğrudur.


Çökertme
Yıllar sonra, Kader adlı teknemiz oldu, beş bine aldı babam İstanbul’dan. Arkasına tahta çaktık, “patak” yaptık onu biz abimle. Eskiydi zaten, hantal. Gittik baktık denizde gırgırlar, ağa balık sarıyor, biz onlara  o hantal sandalla yeşillik götürürdük, domates, biber, bilmem ne, bize hop kırk elli tane balık atarlardı. O sandalımız parçalandı, yakıyoruz. Çökertme kurduk, babam abim ve ben, oturuyoruz. Her yere bir şey saklardı babam, kibrit, fitil, iskarmoz, ip… her sandalın bir yerine bir şey yedeklerdi illa ki adettir, alışkanlıktır, uğurdur belki. Bir kapsül o yaktığımız sandalın tahtalarının arasında kalmış. Balık var çökertmede. “Çökertmeden çıktık Halilim”. O, değil, o türküdeki çökertme bir yer adı, Bodrum’da bir semtin adı. Sandal yanarken bir patlama oldu: Güm. Yere yüzü koyun kapattık kendimizi, üçümüz de ayrı taraflara. Bir buçuk metre çapında toprak göçtü, ne ateş kaldı ne sandal, biz öldük sandık. Hiç aklımıza gelmedi yedek kapsül, bomba attılar sandık, o yıllar malum memlekette sağ sol kavgası var, gürültüye gittik mi gittik. “Kapsül kalmış” dedi babam kendine geldiğinde. Oydu yeri oydu, büyük bir faciadan kıl payı kurtulduk. Çok yakındık ateşe, Allah korudu. Sözle açıklanamaz. Hiç ateş yakmadın mı Rüştü? Ateşe ne kadar yakın durulabilirse o kadar yakındık işte. Yerde mi yakıyorsunuz ateşi? (Ben de astral seyahatte olmalıyım.) Yok, her zaman çadırın üzerinde yakıyorduk da o gün yerde yakacağımız tuttu. Mangalda yakarsınız mı diye aklıma geldi de. Hayır, hayır, derenin kenarında mangal, ne alakası var? Çalı çırpı ne varsa ne yanarsa, yakarsın. Balık pişireceksin, tabak mabak yok. Ateşten al, hop mideye. Bir de soğan ekmek varsa yanında senden iyisi yok. Keser Müzikhol’ü, Günay Restoran’ı arama! Çökertme bir balık tutma aracıdır. Direklerle, iplerle, dolaplarla donatılmış bir ağ sistemidir. Yedi sekiz metre genişliğinde bir dere, derenin her iki kıyısına üç dört metre boyunda iki direk dikersin, bildiğin ağ ama kör ağ, tor deriz, derenin hemen hemen genişliği kadar ip, yaka deriz ona biz, ip urgan direklere dışarıda çakılır, dikdörtgen biçiminde yakayı dört köşe yaptın mı tor dediğimiz ağı, ama gırgırların ağından olanı, çünkü diğer ağlar ufacık bir darbede yırtılır, gözenekleri de sık olacak ki ileryalar da takılsın ağa. İple misineyle bağladın onları, dört köşe bir kepçe oldu şimdiOrtasında tordan torba yaptın, iki telle bağladın bir tarafına, iki telle de karşı kıyıya, direkte makara var, makaradan geçiriyorsun teli, çarkıfelek dolabı gibi bir dolap var, iki çatal üzerine bir sopa takılı, Ağva’da görmüşsünüzdür, derenin üzerinde duruyordu, girişte,  geçen yaza değin. Sarısu’da görmüştüm, Babaköy’den Sarısu’ya geçerken, dereye kurmuşlar. Evet, var, vardı, onu da mı kaldırmışlar ne oldu? Yasakladılar. Köşelerine taş bağlayıp aşağı bırakırsın torbayı, bir müddet sonra balık oynadı, bir çekersin makarayla. Ağı tava gibi kaldırırsın yukarı. O arada dereden gezen balıkları tava gibi kaldırırsın, hop hepsi sende. Eğer çökertmenin ağı geniş olmazsa kepçeyle toplarsın. Biz geniş ağ kurduk yıllarca, sandalla altına girerdik, ortası yuvarlak, dört köşe tava olur resmen. Gideceksin, atacaksın çulaya, balıkları boşaltacaksın geleceksin, tekrar bırakacaksın, huiyyt, bu; kaldırma, indirme, çökertmenin sistemi bu. Ağ derenin dibine çöküyor, balık oynayınca hadi oğlum çek! Bap bap bap bap çabuk çabuk çekeceksin. Hop. Denizde olmaz bu çökertme? Yok öyle bir şey, yok öyle bir şey, yalnız derede. Bir kazık sürekli yanında duracak ki dolabı çevirdikten sonra kaçmasın. El freni gibi, arabayı hatırla! Bayağı bir güç sarf ediyorsun, öyle çoluk çocuk çekemez kolay kolay. Babam iki artı yapardı, haç biçiminde iki ağaç. İki artı bu yakada, iki artı karşı yakada. Adı dolap onun. Ama o dolabı ben bir türlü yapamazdım. Sopalar uzun, etrafından urganı dolayıp kuşak yapmak lazım. Dört bir yanından urganı geçireceksin, iple bağlayacaksın araya iki tane çatal kazık sokacaksın, çevireceksin, çok zor, ama sistem bu. Yapıyorum,  patlıyor, foş. Meğer ortası ince olmalı, kenarlara doğru genişlemeliymiş ki patlamasın. Ben dümdüz sokuyorum sopayı tabi, suda patlıyor dolap çevirirken tahtayı çatlatıyor. Babamın vefatından sonra sosyal medyada “sizin zerreniz olamadığım… falan dedikten sonra “Sensiz çökertmeyi kuramıyorum baba” diye yazdım. Çok işte ustamız babamızdır. 

Pehlivan Var Başpehlivan Var
Eskiden herkes bıçak taşırdı, kınıyla beraber. Düğünlerde, bayramlarda güreşler olurdu. Çalköy’de, harman yerinde bir bayram güreşinde bir kavga çıktı. Delibaş pehlivana, Resul elense çekerken tokat atmış. Pehlivan, silkindi de bir koştu, eski kalın kaşe gibi kumaştan bir ceketi vardı onun cebinden bıçağı bir kaptı, kınından sıyırdı, yolda zor tuttular ihtiyarlar, yoksa yakacaktı canını belki de öldürecekti adamı, boğa gibi saldırıyordu, kendi ömrünü de çürütecekti az kalsın.  Öfke kuvvetle birleşirse kendine de başkasına da zarar verir. Bir de Kırkpınar Başpehlivanı Sabri Geçer’le karşılaştım tesadüfen Adapazarı’nda bir inşaatın şantiyesinde. Nereden nereye, insanoğlu kuş misali… An geliyor, hiç tanımadığın, bilmediğin insanlarla karşılaşıyorsun, bakıyorsun o insan, çok meşhur biri ve sen de onun arkadaşı oluyorsun. Başpehlivan kimdir? Çetin cevizi tek pençesiyle kırandır. Sabri başpehlivanla, karşılıklı ceviz kırdık. Ben de tek avucumla ceviz kırdım. “Sen boş değilsin” dedi bana. Dedim “Ben çok zembil taşıdım.” Gülüştük.  
Ağaçtan bir kılıç yaptım. Düz kılıç mı? Düz kılıç, harbi kılıç. Kınından on santimetre çıkık halde imal ettim. İnce yapsam kırılır, kalın yapsam kaba olur, tam aranan incelikte öyle bir yaptım ki şurada olsa aferin dersin. Öyle incelikli bir sistemle kınına giriş yerini ayarladım ki kılıç kınından dışarıda ya hemen her yapışan çekti onu ama kınından çıkaramadılar. Bakıyorsun çıkacak gibi görünüyor ama ne mümkün! Üzerine bir işleme yaptım. Tasarım. Tasarımın kalıbı, çizelgesi olmaz. O anda beyninde oluşan motifi oraya işlersin. Kızılderililer gibi yakarak yaptım işlemeyi. Bıçakla yaptım iz yaptı, çivi ucuyla yaptım yine iz yaptı; yaktım, yaktım bir vernik sürdüm üzerine akıllara zarar, yok böyle bir şey! Bir arkadaş geldi, gözüne çarptı, “Ne güzel olmuş, arkadaşlara göstereyim” dedi, aldı bir daha geri getirmedi. Dayım da ağaçtan bisiklet yaptı ve bindi o bisiklete, görmeyen inanmadı, ben gözümle gördüm. Ağaçtan, gökçeağaçtan, ağacı kıvıra kıvıra bisiklet yaptı. Dişlisi, pedal sistemi, her şeyi vardı. Kama kesmiş, bir şeyler yapmış, şifekten de –şifek derler üzümün şeyine- asma ağacından da pedal yerini bölme bölme yapmış. Gezdik köyde o bisikletle. Direksiyonu tıpatıp aynı bisiklet direksiyonu, tekerler ya tekerler, epsitler işte, çok serttir gökçeağaç, dağılmaz.
Seyrek Mezarlığı bayırda, duvar muvar, avlu mavlu yok etrafında, çalılık. Yukarıdan aşağı arabayla yarışıyoruz. Kendi yaptığımız araba, tekerleri kestik kalın odundan testereyle, dingil yaptık, arış yaptık. Kiraz ağacı kolay kolay parçalanmaz. Bıçak kınları kiraz ağacından yapılır. Kirazı döversin döversin, halka çıkartırsın, kesersin kuşak çıkartırsın, yüzük gibi geçirirsin, muşamba gibi sararasın,  kiraz dağılmaz, kopmaz. Şimdi bunun yarış arabasıyla ne alakası var? Var. Duramıyoruz, durduramıyoruz yarış arabasını, gidiyor, hızlanıyor, çalıların içine dalıyoruz, elimiz yüzümüz, ayağımız yara yırtılıyor, yara bere içinde kalıyoruz. Arabanın arka kısmında üçgen biçiminde oturacak bir yer, teker ve dingil; önde ise bir delik, sopa girecek şekilde, arış geliyor sopaya bağlanıyor, önde bir de teker var, mekanizma böyle. Yandan bir sopa taktım, el freni gibi kullanıyorum. Araba yokuş aşağı hızla giderken bir koyuyorum, zınk, duruyor. Benden başka kimsede yok, sen gidiyorsun dikene mikene bodoslama giriyorsun, durduramıyorsun ki, mümkün değil, ya atacaksın kendini çizilecek her yanın ya da son sürat, alamet, kıyamet. Ben, ise fuişjyt, gel keyfim gel. Gülüyorum zavallılara. Onlar dalıyor böğürtlenin içine ben duruyorum. İşte o el freni sopasını kiraz ağacından kesmiştim, dayanıklı olsun diye, oldu da. Araba tekerlerini o zamanlar ağaçtan keserdik, odundan, arka tekerlekler biraz büyük olurdu.
Reklamlar
Mesleği insanın define değildir belki ama altın bileziktir her zaman. Kontrolör olarak çalıştığım işyerinde ustanın biri çivi çakıyor, eline bir çivi alıyor onu çakıyor, bir çivi daha alıyor onu da çakıyor, gören de iş yaptı sanıyor, altılık çivi çakıyor. “Usta! Ver keseri, ver.” Hemen çivileri sol elime sıraladım, “bak dedim beni iyi izle.” Bir çivi çaktım, “tutar mı?”  “Tutar.” Diğer çivileri pat pat pat çekici durdurmadan art arda on saniyede çaktım. “Uykun mu var?” Anlamadım! Böyle çak” dedim. Dedem ustaydı benim, çivi çakmayı ondan öğrendim, okulda değil. Bizden işte bu yüzden adam olmuyor: bir tane çivi alıyor eline çakıyor, sonra bir çivi daha… Eller aya… Yine bir gün kataliz atılacak boruların içinde genç bir mühendis zaviye hesabı yapıyor, akış emniyetini sağlamak için, uğraşıp duruyor ama sonuç? Projeyi aldım, metreyi aldım elime, tanjant artı eşittir falan…”Nereden bulacağız usta şimdi tanjant çizelgesini” dedi genç adam, yeni mezun şef. “Sen benim dediklerimi dinle. Hem yaşlıyım, tecrübeliyim senden hem de iki yüz kişi peşimde dolaşır hatalarını bulmayayım diye.” Rafineri bu hata kabul etmez, patlar öldürür, affı yok, dönüşü yok, rafineri bu. “Yaz” dedim dediklerimi: tanjant, şunla çarp, bununla topla, pi sayısı üç bir dört bilmem kaç, yaz, yaz, yaz… Reklam bölümü oldu ama gerçek. Yirmi dört onda iki dedi, pek de inanmadı aslında hesaba. Ertesi gün geldi o genç mühendis: “Usta” dedi ya, senin dünkü hesap yanlış çıktı, doğrusu yirmi dört onda altı. Akşam evde neyle hesapladıysa?  “E, el insaf ” dedim “ayak üstü yapılan hesapta o kadar hata payı hata mıdır yani?” “ Hayır “ dedi “Ver elini öpeyim Ustam, sen bu hesabı nasıl yaptın bana da öğret.” “Senin yaşın kaç? Yirmi yedi. Benim altmış beş, meslekte yaşının iki katı kadar daha koşman lazım. Gençlerde özveri yok. Hesaba iyi para yatsın, altında güzel bir araba olsun, bir de çete yazsın. Yalan mı? İşinin hakkını veren nerede? Bilginin karşısında ceketimi iliklerim, eğilirim. Bilgi hazinedir, her şey parayla ölçülmez. Yedi sekizin ölçüsü yirmi iki milimetredir, yedi on altının on bir, hayır, yedi sekizin ölçüsü yirmi iki yüzde yirmi ikidir, o yüzde yirmi iki ne hatalar yaptırır nelere tekabül eder? Yedi on altı, on bir yüzde on birdir, pi sayısı üç bir dört değildir, devamı da vardır, sekiz hane daha devamı vardır. Tornada diş çekiyor! Punto matkabı ile delinmelidir ama öyle yapmıyor dayıyor puntoyu diş çekerken punto yavaş yavaş gevşiyor, somunu bir takıyorsun pırrr gidiyor, sıkışıyor ya da tam tersi. Punto matkabı ile deleceksin dişi, usûl bu, kâğıt gibi çekeceksin. Elini tutar tornacı, zımpara tutar, eğe tutar, bir de elini tutar gayrıihtiyari, bakayım elimi kesiyor mu diye. Ama kurnazlar nasıl yapıyorlar sanayide şimdi? Bir delik deliyor, çapak duruyor üzerinde, alırken elini kesiyor, ayy kesti, ana avrat küfür. Kaynakçı Remzi, Kandıra’da tek torna atölyesi, Namazgâh’a giderken sağdaydı atölyesi, Bayrak Torna yazardı tabelasında, Fiat traktörleri tamir ederdi. Kumpas yokmuş adamda, ya vardı bozuldu ya da yok. Şimdiki gibi değil o zaman, şimdi dijitali var, dekometresi var, komperatörü var, detaylar bunlar, failatün failün gibi yani, sol fa mi sol fa mi sol. Kumpas yok adamda ama göz kararı denk getirirdi Remzi Usta. Tık, tamam. Değerlerimiz bunlar, bak anıyoruz şimdi. Rüştü buraya otur, yarma nasıl olur? Şöyle yapıver demen yeter. Ben yarma yapabilir miyim? Hayır. Bulguru biz taşlarla ufalayıp da bulgur pilavı yaptık, Taş tak diye gelir dişine. Reklamın iyisi, kendinin değil başkalarının söylediğidir. Yıllar evvel, Anavatan zamanında Kandıra İmam Hatip Lisesi’ne bayrak direği dikilmiş, direğin tepesine bir makara konacak, paslanmaz maddeden, yağmurdan, kardan, çamurdan etkilenmeden çalışacak, bayrağımızı göndere çekecek. Dedim ki “Seyrekli abim, bunu yapabilir misin? Dedi ki “Ne zamana lazım?” Detay sormadı, iş yapılacak, tamam. Hâlâ o makara kullanılıyor, İmam Hatip Müdürü Mustafa Morgül öldü, ondan sonra gelen müdür de emekli oldu ama makara yerinde. Duyarsan unutursun, görürsen hatırlarsın, yaparsan bilirsin. Her işin bir püf noktası vardır. Yıllardır diyorum ki kaybetmeyelim yöremizin değerlerini. Mezarı kayıp bir üsteğmen vardı, bulalım onu. Adapazarı’nda bir profesör vardı, o bulurdu, ihmal ettik, profesör öldü, kaybettik onu, geçti o, yarın ben de yokum veya sen de … Yani birlik yok, bir işi severek yapmak yok. Sanayide dükkânım vardı, anahtarı atardım dükkânın orta yerine bakalım çırak ne yapacak? Üstüne basar geçerdi. Kapattım dükkânı. İşini seveceksin, eşini seveceksin, dünyayı seveceksin, sevgi her şeyin başı. Talaş imalatı atölyem vardı bir ara. Bir forklifle yolladım talaşı fabrikaya, tel: “E, usta, talaşın üstü bronz, altı demir? Nasıl olur? Meğer, ben yokken bronz talaşı satmışlar, satmışlar adamlarım, altına demir talaşı koymuşlar, çalmışlar, bunu yapanlar, bayramda kendi evimden önce evlerine kurban eti gönderdiğim elemanlar. O gün iş yerini kapattım, bitti. Niye bizden adam olmaz? Katakulli, adamların içine işlemiş. Ama düşmez kalkmaz bir Allah. Sonunda hep iyiler kazanır. Değirmenci Reşat’ın değirmeni, başkasının denir mi? Yıllarca o radyo, cam açık, hep çaldı. Hâlâ, değirmen önünden her geçişte kulak veririm çalıyor mu diye. “Kırmızı gül demet demet…” Hocam bir saniye, dağıttık galiba? Ne yapalım? Hafta içinde Balıkçı Oktay’da buluşalım, Erkekler Çarşısı'nda, salaş meyhanenin yanındaki dükkan, tekrar toplanalım, hem sakin olur orası hem hanımı çok güzel balık pişirir, kadının elinin değdiği temiz olur. Temiz kadının elinin değdiği temiz olur üstadım. Söz mü? Söz. Konudan çok uzaklaştık. Evet.